22 Ocak 2021 Cuma

Türk Mutfağı ve Geleceğine İlişkin Değerlendirmeler...

   

Türk Mutfağı ve Geleceğine İlişkin Değerlendirmeler...
Sorumlu Yazar: Sibel ÖNÇEL

Özet
İnsanın yaşamını devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyduğu en önemli şey yemektir. Yemek yeme alışkanlıkları toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Bir toplumun yaşam şekli o toplumun beslenme kültürünü yansıtmaktadır. Yaşam şeklinin değişmesi, beslenme alışkanlıklarının ve kültürünün değişmesinde önemli bir etkendir. Ateşin bulunuşu, insanlık tarihinin yükselişini gösteren en önemli bulgudur. Ateşin keşfedilmesi ilk yemek pişirme yöntemlerinin de ortaya çıkmasını sağlamıştır. 

Ateşte pişirilerek dayanıklılığı arttırılmış toprak kaplar, ilkel mutfağın ilk insan yapımı gereçleridir. İlk insanlar, madeni işlemeyi öğrendikten sonra madenden yapılmış kapları kullanmaya başlamışlar, yaşadıkları mağaralarda araç gereçlerini ayrı bir yerde saklamışlardır. Araç gereçlerini ayrı bir yerde saklamaları, o dönemlerde bile mutfak düşüncesinin oluştuğunu göstermektedir. Teknolojinin gelişmesi insan hayatını her anlamda kolaylaştırmıştır. 

Gelişmelerin özellikle yemek hazırlama konusunda hayatı kolaylaştırması, zahmet gerektiren yiyeceklerin zamanla unutulmasına neden olmuştur. (Geleneksel Türk Mutfağı ve Geleceğine İlişkin Değerlendirmeler nelerdir?) Bu bakımdan teknolojik gelişmelerin özellikle yemek kültürüne olumlu etkileri olduğu kadar olumsuz etkileri de olmuştur. Bu çalışmada, Türk mutfak kültürünün tarihsel gelişimi, mizahi yönleri, sağlıklı beslenme içinde Türk mutfak kültürü, turizm işletmelerinde Türk mutfağının tanıtım ve pazarlanmasına ilişkin öneriler sunulmuştur. 

Giriş 
Gastronomi uzmanlarına göre, Türk mutfağı dünyanın önemli mutfakları arasında yer almaktadır. Türk mutfağının çeşit zenginliğini birçok etkene bağlamak mümkündür. Bir çok kültürün bir arada yaşaması kültür mozaiği ve yemek kültürü anlamında çeşit zenginliğini sağlayan etmenler arasında yer almaktadır. Orta Asya’dan günümüze değin kültürlerin bir arada yaşaması sonucu oluşan Türk mutfağı, günümüzde dünya mutfakları arasındaki yerini alabilmesi için doğru bir pazarlama stratejisi, doğru bir konumlandırma ile gastronomi turizmi içinde destinasyonlara çekicilik unsuru kazandırabilecek güce sahiptir (Bucak ve Aracı, 2013, s. 207). 

Türk mutfağı ile ilgili çalışmalar incelendiğinde, bu konuya ilişkin çok sayıda çalışmanın alanyazında yer aldığını görebilmek mümkündür. Özdemir ve Kınay (2004), çalışmalarında Türkiye’ye gelen yabancı turistlerin Türk mutfağına ilişkin görüşlerini incelemişlerdir. Kızıldemir, Öztürk ve Sarıışık (2014), Türk mutfak kültürünün tarihsel gelişiminde yaşanan değişimleri ortaya koyan önerilerde bulunmuşlar ve konargöçer bir toplum olan Türklerin tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren yeme içmeye önem verdiklerini vurgulamışlardır. 

Ertaş ve Karadağ (2013), Türk mutfak kültürünü farklı bir açıdan ele alarak sağlıklı beslenme ile olan ilişkisini ele alan bir çalışma gerçekleştirmişlerdir. Şanlıer, Cömert ve Özkaya (2008), Türk mutfağında geleneksel tatlı ve helvaların gençler tarafından tanınma durumunu incelemişlerdir. Söz konusu çalışmada anket yöntemi kullanılarak 270 öğrenciye ulaşılmıştır. Gençlerin Türk mutfak kültüründeki pek çok tatlı ve helva çeşitlerini tanımadıkları ortaya çıkmıştır. 

Sormaz (2015), İstanbul’da yiyecek içecek sektöründe hizmet veren işletmelerin Türk mutfağı uygulamalarına ilişkin bir çalışma gerçekleştirmiştir. Çalışma, 370 yiyecekiçecek işletmesinin yerli ve yabancı misafirlere sundukları Türk Mutfağı uygulamalarını araştırmak amacıyla yapılmıştır. Türk mutfağının tanıtılmasında turizm işletmelerinin menülerinde (menü danışmanlığı) Türk mutfak kültürü ve yemeklerine daha fazla yer vermesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. 

Türk mutfak kültürü ve Türk mutfağı hakkında yapılmış çalışmalar incelendiğinde mutfak kültüründe yaşanan değişimler ve bu değişimlerin kültürü nasıl etkilediğine yönelik sonuçlar üzerine yapıldığını görebilmek mümkündür. Menülerin özellikle gençler ve Türkiye’yi ziyaret eden yabancı misafirler tarafından tanınma oranları ve Türk mutfağının tanıtım ve pazarlanmasına ilişkin öneriler getiren çalışmalara da rastlanmaktadır. Son zamanlarda sağlıklı beslenme alışkanlığının daha çok benimsenmesi ile Türk mutfağı sağlıklı beslenme ilişkisini araştıran çalışmalar da yapılmıştır. 

Türk mutfak kültürü, çeşitliliği ve damak tadına uygunluğu yönünden olduğu kadar pek çok yemek ve yiyecek türü ile sağlıklı ve dengeli beslenmeye ve hatta vejeteryan mutfağına kaynaklık edebilecek örnekleri barındırmaktadır.  Bu çalışmada, Türk mutfak kültürünün tarihsel gelişimi, değişim nedenleri ve sağlıklı mutfak ilişkisi ele alınarak geleceğe ilişkin değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır.                        
        
Türk Mutfağının Tarihsel Gelişimi 
Asya ve Anadolu topraklarının sunmuş olduğu ürünlerin çeşitliliği, tarihsel süreç boyunca diğer kültürlerle yaşanan etkileşim, Selçuklu ve Osmanlı saraylarında yeni gelişen tatların varlığı, Mezopotamya’dan kaynaklanan Anadolu mutfağının varlığı gibi etkenler Türk mutfağının renkliliğini ve çeşit zenginliğini sağlayan unsurlardır (Güler, 2010a, s.25).  

Türk mutfağının şekillenmesinde Orta Asya Türkleri, Selçuklu ve Osmanlı döneminin etkisi büyüktür. Ayrıca günümüz Türk mutfağının şekillenmesinde ve zenginleşmesinde, Türkiye’de yaşamış olan uygarlıkların da etkisi büyüktür (Güler ve Olgaç 2010, s. 228). Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türkler, tarihsel geçmişleri nedeniyle zengin bir kültüre sahiptirler. Orta Asya göçebe insanının et ve mayalanmış süt ürünlerini kullanmaları, Mezopotamya’nın tahılları, Akdeniz çevresinin sebze ve meyveleri, Güney Asya’nın baharatı ile birlikte kullanılarak Türk yemek kültürünün zenginleşmesinde etkili olmuştur (Baysal 1993b, s. 12). 

Orta Asya Türkleri, tarım ve hayvancılıkla uğraşmışlardır. Ancak tarım hayatları göç ettikleri bölgelerdeki yabani bitkileri işlemekle sınırlıdır (Şavkay 1998, s. 45). Yemeklerde en çok buğday ve buğday unu ile yapılan yağlı hamur işleri daha ön plana çıkmıştır. Özellikle darıdan yapılan boza, Orta Asya Türklerinin ilk gıdaları arasında yer almaktadır. Orta Asya Türkleri için, at hem önemli bir beslenme kaynağı hem de ulaşım aracı olmuştur. Eski çağlardan beri Türklerde, eti yenen hayvanların başında koyun gelmektedir. Koyunu sırasıyla, keçi ve sığır izlemektedir. 

Bu hayvanlar süt üretimi için kullanılmaktadır. Süt, süt olarak içildiği gibi, yoğurt, kımız, kefir ve peynir yapımında da kullanılmaktadır. Mayalanmış kısrak sütünden elde edilmiş kımız, eski Türklerin en önemli içkileri arasında yer almaktadır (Baysal 1993a, s. 32). Yoğurt, taze olarak tüketilmeyecekse kurutularak kışın tüketilmek üzere saklanmaktadır. “Kurut“ adı verilen kurutulmuş yoğurt, Anadolu’da bazı yörelerde hala görülmektedir (Yılmaz 2002, s. 52). Yoğurda ılık suyun katılıp, hayvan derilerinden elde edilen tulumlarda çalkalanıp tereyağı çıkartılması, yağı alındıktan sonra tuz konularak kaynatılması ve süzülmesi ile çökelek, keş gibi peynir türlerinin yapılması geleneği hala devam etmektedir (turkoloji.cu.edu.tr). 

Türk mutfak kültürü içinde Selçuklular yemek çeşitleri, yemek pişirme ve muhafaza teknikleri ile kendilerine has bir mutfak kültürü oluşturmuşlardır. Et, un ve yağ, Selçuklular döneminde yemek alışkanlığının simgesi olarak görülmektedir. Bu gıda maddelerinin diğer gıda maddeleri ile veya birbirleriyle karıştırarak çeşitli pişirme teknikleri ile nefis tatlar ortaya çıkarmışlardır (Gülal ve Korzay, 1987, s.103). Paça yemeği, etli pide, tutmaç, hoşmerim, pekmez, boza, sucuk, pastırma gibi yemek isimleri Selçuklular döneminden beri değişmeden günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Selçuklularda kuşluk ve akşam (zevale) yemeği adı verilen iki öğün bulunmaktadır. Kuşluk, sabahla öğlen arasında yapılmaktadır. Bu öğünde özellikle tok tutan yemekler tercih edilmektedir. Akşam (zevale) yemeği hava kararmadan yenmekte ve bu öğünde bol çeşit bulunmaktadır. Günümüzde çok moda olan “brunch“ aslında Türklerin yıllar önce uyguladıkları kuşluk yemeğinden başkası değildir (Yılmaz 2002, s.53). Selçuklular döneminde et başlıca yemek malzemesidir. Kuzu, erkeç, keçi, at ve tavuk en çok eti yenen hayvandır. Bunlara kuşlar ve balıklar ilave edilebilir. Kesilen hayvanın sakatatının çok tüketildiği Selçuklularda, sebze yemekleri pek tercih edilmemiştir (Güler, 2010a, s.25).
  
Türklerin, İslamiyet’i seçmelerinden sonra yiyecek içecek kültürlerinde dinin etkisi görülmektedir. Örneğin, Kuran-ı Kerim’de yasak olan domuz eti Türk mutfağında hiç yer almamıştır. Eşek, at, katır gibi tek tırnaklı hayvanların eti ve sütü de yine dinin etkisiyle Türk mutfağına hiç girmemiştir. Günümüzde de Türk mutfak kültüründe bu tür hayvanlar hala yer almamaktadır (Beşirli, 2010, s.167). 

İslam dininde alkolün yasak olmasından dolayı alkol içeren içeceklerden vazgeçilmiştir. İçinde az miktarda alkol bulunan kefir gibi içecekler, bazı bölgelerimizde çok az miktarlarda ve sadece sağlık gerekçeleriyle kullanılmaktadır (Baysal 2002, s.2). İslam dininin etkisiyle Arap mutfağının varlığı Türk mutfağında daha çok hissedilmeye başlanmıştır (Baysal, Merdol, Saçır, Taşçı ve Başoğlu, 1993, s.3). Özellikle Güneydoğu bölgesi yemeklerinde Arap mutfak kültürünün etkisi fazladır. 

Baharatın fazla kullanılması, örneğin acı biberin kullanımı bu etkinin örneklerindendir (Güler, 2010a,s. 25). 
Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişmesine paralel olarak Türk mutfağı önemli gelişmeler göstermiştir. 15. yy.’da yemekler çeşit bakımından daha az ve sade iken 16. yy.’da Türk mutfağı en görkemli yıllarını yaşamıştır. Bu zenginlik 17. ve 18. yy.’da devam etmiş, ancak 19. yy.’da Osmanlı İmparatorluğu’nun fakirleşme sürecine girmesi mutfak kültürüne de yansımıştır (Tuncel, 2000, s.50).
  
Mutfak, saray yaşamının önemli bir parçası haline gelmiştir. Padişah ve erkânı ile soylular bir sofra etrafında toplanmayı bir sosyal aktivite olarak görmüş bu yüzden de saray mutfağı daima yenilikler arayan, lezzetli ve zengin türler meydana getiren bir yer olmuştur. Padişah erkânının hoşuna giden yemekleri üretmek ve verilen ziyafetleri daha gösterişli yapabilmek için aşçılar birbirleriyle yarışarak Türk mutfağının zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır (Ciğerim 2001, s.56). Türk mutfağının Osmanlı İmparatorluğu döneminde gelişmesinin diğer bir nedeni de Osmanlı İmparatorluğu’nun çok geniş coğrafi alana hakim olması ve bunun sonucunda çok farklı kültürlerle tanışması ve etkilenmesidir (Tuncel 2000, s.50). 

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türk mutfağı, saray mutfağı ve halk mutfağı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır: Saray mutfağı, Padişah, Valide Sultan ve Divan halkı için hazırlanmış gösterişli sofralardır. Kalabalık saray çevresini doyurabilmek için aşçılar, yeni yeni yemekler icat etmişlerdir. 1200’e varan kadrosuyla sadece saray çevresine değil, aynı zamanda gelen konukların yemek ihtiyaçlarına da cevap vermeye çalışmışlardır (Yılmaz 2002, s. 53). 

Tarihsel olarak Osmanlı başkentleri ve büyük kentlerde saray köşk ve konaklardan kaynaklanan saray mutfağı ve yöresel halk mutfağı biçimindeki ayrım da sosyo-ekonomik farklılaşmayı ifade etmektedir. Özellikle sarayda, konak ve yalılardaki yemek gelenekleri çeşit bakımından son derece zengindir, ziyafetler gibi etkinlikler yoluyla toplumsal bir nitelik taşımaktadır. Buna karşılık yöresel halk mutfağı daha sadedir (tafed.org, 2014). Saray mutfağının gelişimi, Fatih Sultan Mehmet’in 15. yy.’ın ikinci yarısında Topkapı Sarayı’na yeni mutfaklar yaptırmasıyla başlamıştır (Mussmann ve Pahalı 1994, s.17). Marmara Denizi’ne bakan, sayısız kubbe ve bacalarıyla dikkat çeken bu mutfaklara “ Yeni Saray” adı verilmiştir (Gürkan 2007, s.5).  

Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesiyle saraydaki Osmanlı yemeklerinde büyük değişiklikler yaşanmıştır. Deniz ürünlerinin tüketimi bu dönemde oldukça artmıştır. Yine bu dönemde Fatih Kanunnamesi ile Osmanlılarda ilk defa yemek yeme kuralları uygulanmaya başlanmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde yemeğin çeşitliliğinden çok sade ve doyuruculuğuna önem verilmektedir. Saraydaki görevlilere verilen yemekler arasında, lahana çorbası, baklava, yoğurtlu ve ıspanaklı büryani, pekmezli yoğurt tatlısı, yoğurtlu pazı, ayran ve şerbet yer almaktadır (Ünver 1952, s.42). 
Halk mutfağı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, saray mutfağı kadar gösterişli olmasa da lezzet ve çeşit bakımından çok zengindir. Misafirperver bir yapıya sahip olan halk, hazırlanan yemekleri misafirlerine beğendirebilmek için çok çaba göstermişler ve bunun için özel lezzetler ortaya çıkartmışlardır. 

Tarihsel birikim ve çeşitlilik, yaşanılan coğrafyanın zenginliği, kaliteli ürünler Türk mutfağının temelini oluşturan esas ögelerdir. Bunların getirdiği imkânlar Türk mutfağının özelliklerini geliştirmiştir. Türk mutfak kültürü, çeşitliliği ve damak tadına uygunluğu yönünden olduğu kadar pek çok yemek ve yiyecek türü ile sağlıklı ve dengeli beslenmeye ve hatta vejeteryan mutfağına kaynaklık edebilecek örnekleri barındırmaktadır. Türk mutfağının özelliklerini sıralamak gerekirse; 

* Türk mutfağında ana yiyecek maddesi ekmektir. • Türk mutfağında, yemeklerde alışkanlıklar önemli rol oynar. 
* Türk mutfağında hamur işleri yemek çeşitleri arasında en önde gelenlerdendir. 
* Türk mutfağında sebzelerin etli, soğanlı, domatesli ve salçalı pişirilmesi yaygındır. 
* Türk mutfağında özellikle kırsal bölgelerde kendi kendine yetişen otlar, mantar ve köklerden fazlaca yararlanılır. 
* Türk mutfağında yağ çok önemlidir. Zeytinyağı çoğunlukla Batı Anadolu mutfağında kullanılır. Sütten elde edilen yağlarla, iç ya da kuyruk yağı ülkemizin her bölgesinde yaygın bir biçimde kullanılır. 
* Türk mutfağında yoğurt önemli bir gıda kaynağıdır. Yemeklerin üzerine sade ya da sarımsaklı yoğurt dökmek ve serinlemek için ayran tüketimi de oldukça yaygındır. 
* Türk mutfağında sos servisi yoktur. Son yıllarda batı mutfaklarının etkisi ile yemeklerin yanında sos servisi yapmak yaygınlaşmaya başlamış olsa da hala eski gelenekler uygulanmaya devam etmektedir. 
* Türk mutfağında çeşitli baharatlar kullanılır. Salata, çorba ve yemeklerde, maydanoz ve dereotu ile yaş ve kuru nane kullanımı yaygındır. 
* Türk mutfağında yemeklerde süslemeye fazla önem verilmez. Yemeklerin görünüşünden çok lezzetli olmasına özen gösterilir. 

Günümüz Türk mutfağı, Türkiye’de yaşamış olan uygarlıkların etkisiyle gelişmiş ve zenginleşmiştir. Türk mutfağı batı mutfaklarından etkilenmiştir ancak diğer mutfak kültürlerini de etkilemiştir. Örneğin, pasta Fransız mutfağından, makarna İtalyan mutfağından Türk mutfağına girmiştir. Bunun yanında, buğday unundan yapılan hamurun açılmasıyla yapılan erişte, eskiden beri kırsal kesimde çok fazla tüketilmektedir. 

Bu da, makarnanın Anadolu’dan İtalya’ya geçtiğini düşündürmektedir (Baysal 1993a, s.39). Türk mutfağı genel hatlarıyla şu şekilde açıklanabilir; Türk yemekleri tarım ve hayvansal ürünlere dayanır: Türkler Orta Asya ve Anadolu’ya göç ettikten sonra, tarım ve hayvancılıkla uğraşmışlardır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşmaları doğal olarak beslenme biçimlerine de etki etmiştir. Türk yemekleri çoğunlukla hayvani ürünlerden oluşmaktadır. Bu durum, Türk yemeklerinin lezzetini olumlu yönde etkilemiştir (Toygar 1981, s.153).  

Türk yemekleri, halkın yaşadığı coğrafi bölgelere göre değişiklik göstermektedir: Türkiye’nin birçok yöresinde değişik yemek çeşitleri bulunmaktadır. Ancak her bölgenin kendine özgü, beslenme kültürü ve pişirme teknikleri vardır (Maviş 2003, s.58). Türkler yaşadıkları yerlerdeki faydalı şeylerden yararlanmasını bilmişlerdir. Yerleşme yerinin fiziki, beşeri ve ekonomik durumu yemeklerin lezzetini ve yaygınlığını etkilemiştir (Maviş, 2003, s.60). 

Türk yemekleri tarihi gelişimi içerisinde sosyal yapıya göre de değişiklikler göstermektedir: Anadolu bir kültür mozaiğidir. Farklı yörelerde farklı kültürel özellikler görülmektedir. Türk kültür tarihi incelendiğinde büyük şehirler ve kasabalarda yemek çeşitliliğinin ve zenginliğinin gelişmiş olduğu görülmektedir (Maviş, 2003, s.58, Güler, 2010a, s.29). Zenginlik ve çeşitliliğin en büyük nedenlerinden bir tanesi farklı kültürlerin bir arada yaşamasıdır. Bu mozaik yeme içme kültürünün zenginleşmesini sağlamıştır. 

Türk yemekleri özel günler ve törenlere göre değişiklikler göstermektedir: Türk mutfağının gelişmesinde özel günler için hazırlanan yemekler önemli bir yer tutmaktadır. Özel günler her zamanki yaşamdan daha farklı faaliyetler içeren zaman dilimidir. Aileye özgü özel günler ve toplumsal özel günler için hazırlanan yemekler bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. İnsan hayatındaki sevinçli ve acılı günlerin diğer insanlarla paylaşılmasında yemek, önemli bir yer tutmaktadır. 

Bu özel günlerde yapılan yemekler Türklerin ikram konusunda ne kadar cömert olduğunu göstermektedir (Halıcı, 1997, s.65). 
Gelenek ve görenekler ile dini inanç yemek çeşitlerini etkilemiştir: Bazı yiyeceklerin tercih edilmesi bazılarının da tercih edilmemesinde özellikle dini inançların etkisi görülmektedir (Merdol 1998, s.140). Dinlerin bazı yiyeceklere özel önem vermesinin yanı sıra bazılarına yasaklar getirmesi, farklı kültürel kimliklerin oluşmasında etkilidir. Aynı dinin, farklı mezheplerine mensup bireyler arasında yenilebilecek ve yenilemeyecek yiyecekler konusunda dinin temeliyle çelişmeyecek farkları görmek mümkündür. 

Bu durum mezhep mensuplarının yaşadığı coğrafya ve beslenme alışkanlıkları ile açıklanabilir. Bu durum sadece farklı mezhepler için geçerli değildir aynı mezhepte yer alan farklı İslam toplumları için de geçerlidir. Aynı mezhepe ait olanlar için yiyecek olan bir hayvan, kültürel süreçlerin etkisiyle başka bir toplulukta besin olarak kabul görmektedir. Orta Asya coğrafyasında at ve at sütünden elde edilen kımızın besin olarak tüketilmesi bunun en tipik bir örneği olarak verilebilir (Beşirli, 2010, s.167). 

Türk mutfak kültüründe sembol yönü olan yiyeceklerden biri de helvadır. Türklerin tatlı veya helva ile tanışmaları İslam’ın kabulü ile başlamıştır. Selçuklu ve Osmanlılar zamanında helvanın sıradan bir besin olmaktan çıkarak sosyolojik bir değer kazanmasıyla helva etrafında zengin, güçlü ve etkileyici bir kültürün oluştuğu görülmektedir. Anadolu Selçukluları zamanında helva yas, sevinç ve manevi bir bereketi paylaşmanın sembolü olarak görülmektedir (Közleme, 2013, s.392) 

Türk Mutfak Mimarisi, Kullanılan Araç Gereçler 
Türk Mutfağı denildiğinde, yiyecek ve içecekler, bu yiyecek ve içeceklerin hazırlanmasında kullanılan araç gereçler ile yemek töresi anlaşılmaktadır. Bir milletin medeniyet seviyesini anlayabilmek için evinde kullandığı araç gereçlere bakmak yeterli olacaktır. VII. yüzyıldan itibaren insanların yaşadıkları yerlerde, yemekte kullanılan araç gereçler için ayrı bir alanı mutfak olarak kullanmaya başladıkları görülmektedir. Beslenme konusunda antik yazarlar ve yazıtların verdiği bilgiler, arkeolojik veriler ile desteklenmekte ve tamamlanmaktadır. En somut ve dolaysız arkeolojik bulgular, besin maddelerinin günümüze ulaşmış kalıntılarıdır (Aksu, 2015). 

Eski Türklerde mutfaklar, evin dışında avluda ya da alt katlarda yer almaktaydı. Anadolu’nun birçok yerinde hala bu tip eski mutfaklar kullanılmaktadır. Yörelere ve bölgelere göre mutfak tipleri değişiklik göstermektedir. Bu yüzden tek tip bir mutfaktan bahsetmek doğru değildir. Eski Türklerden günümüze kadar gelebilen araç gereçler arasında yer alan tandırın kullanımı ve mutfak alanı içinde yerleştirilmesi bile yörelere göre farklılık göstermektedir. 

Bazı yörelerde mutfak içinde, bazı yerlerde ise tandır odası, tandır evi denilen ayrı bir bölümde yer almaktadır (Köşklü, 2005, s.156).  
Tandır yere gömülmüş, çömlek biçiminde, Gav denilen yağlı, killi kırmızı topraktan hazırlanan çamur ile yüksek ısıya dayanıklı olan tandır taşlarının örülmesi ile yapılan fırın olarak tanımlanabilir. Tandır; küçük, orta ve büyük olmak üzere üç çeşittir. Küçük tandır daha çok ocak olarak kullanılır, ekmek pişirilmez. Orta tandır ise en sık kullanılan çeşididir. 

Bu tandırda ekmek pişirildiği gibi diğer işler içinde kullanılmaktadır. Büyük tandır ise iki sıra lavaş ekmeği alabilecek büyüklüktedir. Genelde kalabalık ailelerin tercih ettiği bir çeşittir. Büyük tandırın kullanıldığı yerlerde çoğunlukla küçük ya da orta tandır da bulundurulmaktadır (Güler, 2010b, s. 166).  

Kuzine, altında odun ateşinin yakılabileceği, üzerinde fırın ve yüzeyde ocak yeri bulunan basit ocaklı bir fırındır. Yakılan odunun veya kömürün dumanı, boru aracılığı ile bacaya verilir. Kapalı sistem olarak hem pişirme hem de ısınma aracı olarak kullanıldığından, tandıra göre enerji yönünden daha ekonomiktir (www.ascilik.net, 1999). 

Eski Türk Mutfağında modern mutfak dolapları yerine araç gereçleri (kapları) koymak için “terek” denilen raflar kullanılmakta, bakırdan yapılmış kalaylanmış tabak ve tencereler, tahta kaşıklar, toprak tencereler, küpler, mangallar, ibrikler mutfağın vazgeçilmez araç gereçleri arasında yer almaktadır. Güveç, sırlı toprak kaplar arasında yer almaktadır, ancak günümüzde kullanımı oldukça azdır. Paslanmaz çelikten yapılmış tencereler ve tavalar daha çok tercih edilmeye başlanmıştır. Bunun yanında kalaylı bakır tencere ve tavalar hala kullanılmaktadır. 

Son yıllarda teflon tencere ve tavaların kullanımı da artmıştır. Sac, genelde üzerinde yufka (ekmek) yapmak için kullanılır. Ayrıca tek kat açılmış börek (sac böreği), etli ekmek, gözleme, pide ve katmer yapmak için de kullanılmaktadır (Koca ve Yazıcı, 2014, s.39). Sacın iç yüzeyi sac kebabı yapımında da kullanılmaktadır. 

Ceviz, susam, sarımsak ezmek için havan kullanılmaktadır. Fındık, ufak el değirmeninde çekilmektedir. Ancak son dönemde elektrikli karıştırıcılar, sebze doğrayıcılar mutfaklarda daha çok kullanılmaya başlanmıştır (Güler, 2010b, s.166). 

Gıdaların saklanmasında, tahtadan yapılmış sandık ve kutular, sırlı topraktan yapılmış küpler, cam kavanozlar, bez torbalar, plastik bidon ve kaplar kullanılmaktadır. Sap siniler, metal siniler masa yerine kullanılmaktadır. Kırsal kesimde sini üzerinde yemek yeme alışkanlığı devam etmektedir. Sini üzerine herkes için bir kaşık konulmakta, tek bir tabaktan herkes yemeğini yemektedir. 

Şehirde ise bu alışkanlık neredeyse yok olmuş durumdadır. Artık yemeklerin masaya servis edilmesi ve tüketilmesi alışkanlığı yerleşmiştir. Sazlardan, ince ağaç dallarından yapılmış sepet ve seleler, meyve ve sebzelerin taşınmasında, kurutulmuş sebze ve meyvelerin muhafaza edilmesinde kullanılmaktadır. Türkiye’de yerel mutfakların özgün etkilerini içinde barındıran köklü ve çok yönlü bir mutfak kültürü yaşamaktadır (Güler, 2010b, s166).  

Türk Mutfak Kültürünün Mizahi Yönleri 
Türk Mutfak kültürü incelendiğinde sadece yemeğin yapılmasına ilişkin öğelerden oluşmadığı görülmektedir. Yemek yemeye ilişkin pek çok tutumlar ve davranışlar bulunmaktadır. Bu özellikler Türk mutfak kültürünün gelişmesinde önemli unsurlardır. 

Anadolu’da insanlar birbirlerine yemek yerken şaka yaparak kültürümüzün mizahî yönlerini de ortaya koymuşlardır. Bu mizahî yönleri ortaya koyacak örnekler vermek mümkündür (Tezcan, 1996):  
Ay Çöreğinde Osmanlı Parmağı: Türklerin 1683 yılında Viyana’yı kuşatmaları esnasında Türk toplarının çıkartmış olduğu seslerden korkmuş olan bir fırıncı, elindeki hamuru yere düşürmüştür. Yere düşen hamur yarım ay biçimini almış ve (kuruvasan) ay çöreği bu şekilde doğmuştur. Daha sonra Avusturyalı bir kişi bu hamurun tanınmasında öncülük etmiştir.  

Fıstıksız olsun: Devletin ileri gelenlerinden birisinin Gaziantep’e yaptığı bir ziyaret sırasında, yörenin en güzel yemekleri ikram edilmiştir. Ancak gelen her yemek fıstıklı olduğundan “Kahveniz nasıl olsun?” diye sorulduğunda, konuk “Fıstıksız olsun” demiştir.  

Nefis öldürme: İki Bektaşi yemeğe gitmiş ve bol bol yiyip içmişler. Yemek yiyenlerden birisi yere düşüp ölmüş. Öteki ise yarı baygın bir haldeymiş. Ev sahibi “Ey Erenler doydunuz mu?” diye sormuş. Yarı baygın olan, “Merhum doydu, ama ben nefis öldürüyorum” demiş.  

Arkası Yufka: Anadolu’da ev sahibi, konuklarına yemek ikram edeceği sırada, “Arkası yufka, bu yüzden karnınızı iyice doyurun” demiştir. İlk ikram edilen yemekten sonra “Başka güzel bir yemeğim yok” diyerek şaka yapmıştır. Konuklar da buna inanarak yufkadan fazlaca yemeğe başlamışlar. Ancak ilk yemekten sonra pek çok ikramlar gelince, “Arkası yufka dediğin bu muydu?” diye sorarak gülüşmüşlerdir.  
Burada verilen örnekler Türk konukseverliğinin mizahî yönünü ortaya koymaktadır. Türk mutfak kültürü içinde yemek yeme alışkanlıkları ile birlikte mizahî yönünün de gelişmiş olduğunu göstermektedir. 

Vejeteryan Türk Mutfağı 
Yiyecekler, etler ve sebzeler olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu ayırım uzun yıllardan beri mevcuttur. Kimileri et yemeği tercih ederken, kimileri de sebze yemeği tercih etmektedir. Vejeterjanlık (etyemezlik), sağlıklı beslenme kavramının daha da önem kazanmasıyla daha çok tercih edilmeye başlanmıştır. 

Bazı kişiler sağlık nedeniyle, dinsel nedenlerle ve felsefi nedenlerle vejeteryanlığı tercih etmektedirler (Tezcan, 1999, s. 217). Vejeteryanlık, çeşitli motiflere dayanılarak, balık ve kanatlılar dahil, hiçbir et türünü tüketmeden yaşamın sürdürülmesidir. Sadece, sebze, meyve, tahıl ve kabuklu yemişlerle beslenmek ana ilke olarak kabul edilmektedir. Ancak bazı vejeteryanlar, süt ve süt ürünleri ile yumurta yemektedirler. 

Türk mutfağı genelde, şiş-kebap, döner, lahmacun üçlüsünden oluşmuş gibi bir imaja sahiptir. Turistlerin Türkiye’ye geldiklerinde en çok tercih ettikleri hatta ettirildikleri çeşitler bunlardır. Ancak Türk mutfağı, zengin çeşitleri, sağlıklı bir mutfak oluşuyla vejeteryan mutfağına öncülük edecek özelliklere sahiptir (Tamkoç, 2006). 

Eski Türklerde et yemeklerinin çok fazla tüketiliyor olması, üzerinde yaşanılan coğrafyanın etkisiyle oluşmuş bir özelliktir. Ancak Türk mutfağı sebze yemekleri, börekleri, hoşafları, çorbaları ve diğer çeşitleri ile de zengin bir çeşitliliğe sahiptir. Dolayısıyla vejeteryan mutfağını tercih eden kişilerin de tercih edeceği bir mutfak kültürüdür (Güler, 2010b, s. 167). 

Türk mutfağında bitkilerle çeşitlendirilmiş ve lezzetlendirilmiş birçok yemek mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de dolmadır. Dolma kelime anlamı olarak içi doldurulmuş demektir. Türkiye’de özelikle yaz aylarının vazgeçilmez yemeklerinden bir tanesidir. Dolma etle birlikte hazırlanan yemek çeşidi olarak çok lezzetlidir, ancak aynı zamanda pirinç, fıstık, zeytinyağı ve bitkilerle lezzetlendirilerek de hazırlanmaktadır. Domates, kabak, patlıcan, enginar, yumuşatılmış asma yaprağı, lahanadan dolma yapma geleneği çok yaygındır (Tamkoç, 2006). Bu tür sebze dolmaları ne çok sıcak ne de çok soğuk olarak servis edilerek sofralarda yer almaktadır. 

Börek, Türk mutfağının vazgeçilmezleri arasında yer almaktadır. Böreğin değişik hazırlama ve pişirilme biçimleri vardır. Kimi çeşit börek kızartılarak hazırlanırken, kimisi de fırında pişirilmektedir (Güler, 2010b, s. 168). Bazı çeşitlerine kıyma konulmaktadır ama börek içlerinin büyük bir kısmı beyaz peynirle karıştırılmış çiğ yumurta ile hazırlanmaktadır. Vejeteryan olan kişilere peynir ve yumurta konmadan da bu börekleri hazırlamak mümkündür (Tamkoç, 2006). Hafif ateşte kavrularak hazırlanmış pazı, ıspanak ve bol kıyılmış soğan ile de aynı lezzeti yakalamak mümkündür. 

Türk mutfağında sebzeler hem taze hem de kurutulmuş olarak kullanılmaktadır. Özellikle zeytinyağı ile pişirilmiş sebze yemeklerinin vejeteryan mutfağında önemli bir yeri bulunmaktadır. Sebze yemekleri bol domates ve kıyılmış soğan, maydanoz, dereotu gibi baharatlarla zenginleştirilerek pişirilmektedir. Sebze yemeklerinin istenilen lezzette olabilmesi için hem yumuşak hem de iyi pişmiş olması gerekmektedir. 

Türk mutfak kültüründe pilav, çeşitleri ve lezzeti ile ayrı bir öneme sahiptir. Değişik otlar, baharatlar, tahıllar, baklagiller eklenerek değişik türleri elde edilmiş ve lezzeti arttırılmıştır. Türk kültüründe pirinçle hazırlanan pilav “milli yemek” olarak görülmektedir. Kuru fasulyenin yanında pilav tüketmeyen neredeyse yok gibidir. Gençler askerlik dönemlerinden bahsederken ne kadar kuru fasulye ve pilav yediklerinden muhakkak bahsetmektedirler. Pirinç taze sebze, çeşitli bitki ve baharatlarla karıştırıldıktan sonra dolma ya da sarma malzemesi olarak da kullanılmaktadır (Güler, 2010b, s. 168). 

Vejeteryan mutfağında önemli bir yeri olan çorbalar, Türk mutfak kültüründe önemli bir yere sahiptir. Ana yemekten önce muhakkak çorba içilmektedir. Türk mutfak kültüründe çorba hem damak tadına uygunluğu hem de sağlıkla ilgili bir misyonu üstlenmiş durumdadır. Üşütmeye, depresyona, mide bozukluklarını iyileştirmeye yönelik hazırlanan çorba çeşitleri bulunmaktadır. Yoğurt çorbası bunlardan bir tanesidir. Damak zevkine hitap edecek şekilde hazırlanacaksa, pirinçli, yoğurtlu, bol naneli ve yağlı olarak; ancak hasta bir kimse için ilaç niyetine hazırlanacaksa yağ ilave edilmeden sıcak sıcak içilmelidir. Mercimek çorbası, tarhana çorbası, un çorbası gibi çeşitler, günümüzde en çok tüketilen çorbalar arasında yer almaktadır (Güler, 2010b, s.168). 

Türk Mutfağının Değişim Nedenleri 
Toplumların beslenme kültüründe yaşadığı çevrenin çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Ticaret, savaşlar, göçler ve teknolojik gelişmeler yeni yiyecek çeşitlerinin yayılmasında ve tanınmasında çok etkili olmuştur. Bu etkileşim toplumların yemek kültürlerinde de değişikliğe yol açmıştır. 

Eğitim seviyesinin yükselmesi ile birlikte, diğer dünya mutfakları hakkında yayınlanmış olan kitap ve dergiler daha çok okunmaya başlanmış ve bu sayede geleneksel yemeklerimiz ve pişirme yöntemlerimiz de değişime uğramıştır. Özellikle kadının çalışma yaşamına girmesi, kentleşme, nüfus artışı, teknolojinin gelişmesi, okur-yazarlık oranındaki artış, fast food ve turizm olayı Türk mutfağının değişmesinde rol oynayan faktörler arasında sayılabilir (Aktaş ve Özdemir 2005, s. 27).  

Batı Kültürünün Etkisi 
Türk mutfağının Batı mutfak kültürüyle ilişkisi 19. yy.’da Tanzimat Fermanı ile başlamıştır. Bu dönemde Türk mutfak gelenek ve göreneklerinde ve sofra adabında büyük değişiklikler meydana gelmiştir (Maviş 2003, s. 63). En önemli değişiklik, masada yemek yeme alışkanlığının başlamasıdır. Bu geleneğin II. Mahmut döneminde başladığı, ancak bu tür uygulamaların daha çok Sultan Abdülmecid döneminde yaygınlaştığı görülmektedir (Maviş 2003, s.64).  

İstanbul’da açılan Pera Palas, Sümerpalas, Tokatlıyan gibi otel restoranlarında (restoran yönetimi) alafranga yemekler yapılarak, Türk mutfağı ilk önce Fransız mutfağı ve sonrasında Rus mutfağı ile tanışmıştır (Toygar 1993, s. 88). Batı mutfağı yemek sisteminin etkisi; pizza, hamburger ve sandviç gibi yiyeceklerin Türk yemek kültürüne girmesinden anlaşılabilir. 

Göç ve Kentleşme 
Bir toplumun beslenme alışkanlıklarını ve gıdaların tüketimindeki değişimleri etkileyen pek çok faktör bulunmaktadır. Nüfusun artması, göç ve kentleşme, beslenme alışkanlıkları ve gıdaların tüketimindeki değişimlerle çok yakından ilişkilidir (Yücesan 1999, s. 235). Tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine geçiş, göçün artmasına ve kentleşme olgusunun değişmesine neden olmuştur. 

Ekonomik gelişmeler ve diğer nedenler kadının çalışma yaşamına katılmasını sağlarken, yemek yeme alışkanlıklarının ev dışına taşması, daha kısa sürede yemek ihtiyacını giderme zorunluluğu gibi sonuçlar doğurmuştur. Hızlı nüfus artışı ve kentleşme, sosyo-ekonomik tabakalaşmayı çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Özellikle gecekondu yaşamı, köy ile şehir hayatı arasında sıkışıp kalmış durumdadır. Gecekondu bölgesinde, tarhana, pekmez, erişte, peynir, turşu, kuru sebze ve meyveler, bulgur gibi yiyeceklerin hala köyden hazırlanıp getirildiği görülmektedir. 

Ancak kentleşmenin de bir sonucu olarak büyük marketlerde her çeşit yiyecek ve içeceğe ulaşmak mümkündür. Bölgesel yemek kültürü aile içinde devam ederken bu ihtiyaçlar yeni bir pazarın oluşmasına fırsat tanımıştır. Özellikle büyük kentlerde yöresel Türk mutfaklarını yansıtan (Karadeniz mutfağı, Antep mutfağı, Mantıcılar vb.) küçük işletmelerin sayısı artmıştır. Bu gelişmeler Türk mutfağı adına sevindiricidir. Ancak zincir işletmelerin kendi menülerini uygulamaya devam etmeleri ve pek çok hazır yemeğin tercih edilmeye başlanması, Türk mutfağına olan ilginin azalmasına neden olmaktadır (Ciğerim 2001, s. 59). Türk yemek kültüründe ayaküstü yenilebilen kebabın yerini hamburger, pide ve lahmacunun yerini pizza almıştır. 

Kadının Çalışma Yaşamına Girmesi  
Kadınlar tüm dünyada olduğu gibi ekonomik ve sosyokültürel nedenlerden dolayı çalışma yaşamı içinde yer almak zorunda kalmışlardır. Eski çağlardan beri kadının aile içindeki görevi, çocuk bakımı ve doğurganlık ile ele alınmışsa da günümüzde kadınlar artık farklı rolleri üstlenmişlerdir. Toplumun gelişmişlik düzeyi ile birlikte, kadının rolü değişmiş olsa da en önemli geleneksel rolü aile içindeki kişilerin beslenme ihtiyacını karşılamaktır (Bulduk ve Demirel 1998, s. 67). 

Kadının çalışma yaşamına girmesi, onun yükünü hafifletmemiş tam tersine daha da ağırlaştırmıştır. Kırsal alanda kadın işçilerin en çok tarım alanında yoğunlaştığı görülmektedir (Sürücüoğlu ve Akman 1998, s. 47). Kentte ise kadın, zaman darlığı ve yorgunluktan dolayı ailesine yeterince zaman ayıramamaktadır. İzmir’de yapılan bir araştırmada, kadınlara evlendikleri zaman işten ayrılıp ayrılmama konusunda ne düşündükleri sorulduğunda; %50,8’i ev işleri nedeniyle, %28,8’i eşi uygun görürse, %6,8’i ise çocukları olursa işten ayrılabileceklerini ifade etmişlerdir (Sürücüoğlu ve Akman 1998, s. 47). 

Evine daha geç gelen, eve iş getirmek zorunda kalan kadın, zaman darlığından dolayı daha hızlı ve pratik çözümler üretmek zorunda kalmaktadır. Teknolojik gelişmelerle birlikte; tereyağın yerini margarinin alması, işlenmiş hazır gıdaların mutfakta yer almaya başlaması, mutfakta kullanılan araç ve gereçlerin değişmesi gibi sonuçlar, yemeklerin lezzetinin ve tatların değişmesine neden olmuştur (Baysal 1993a, s. 39). Evde tencere yemeği yerine dışarıda yemek yemek ya da hazır gıdalar tüketmek, zaman darlığı sorununu çözmek için tercih edilmeye başlanmıştır. Bu da giderek Türk mutfağının zahmet gerektiren yemeklerinden uzaklaşılmasına neden olmuştur. 

Kitle İletişim Araçlarının Etkisi 
Son yıllarda küreselleşme ile birlikte insanlar, yazılı ve görsel basının da etkisiyle farklı kültürleri tanımak ve yaşamak istemektedirler. Türkiye’ye gelen konukların Türk mutfağını tanımak istemeleri, yerel halkın da diğer mutfakları ve kültürleri tanımak istemeleri özellikle okuryazarlık oranının artmasına paralel olarak daha da artmıştır (Ciğerim 2001, s. 58). Özellikle dergi, gazete ve kitapların bölgeler arası kültürel farklılıkları ve beslenme alışkanlıklarını tanıtmaları, yemek kültüründe değişikliklere yol açmıştır.  

Televizyon, radyo, gazete gibi görsel ve yazılı basında yer alan reklamlar ve bu reklamlardaki sloganlar özellikle çocuklar olmak üzere pek çok kişinin beslenme alışkanlıklarını değiştirmiştir. Bu sloganlar, insanların tüketim alışkanlıklarını belirlemeye başlamıştır. “Mc Donald’s gibisi yok” gibi sloganlar tek yönlü ve hazır yiyeceklerle beslenmeye doğru teşvik etmektedir. Bu sloganlar ve reklamlar Türk mutfağının esas tatlarından uzak kalınmasına ve neredeyse hiç tadılmamasına neden olmaktadır. Gıda sektörünün gelişmesi, beraberinde rekabet olgusunu da getirdiği için bu tür reklamların sayısının çoğalmasına neden olmuştur. 

Yapılan bir araştırmada, ilkokul öğrencilerinin cep harçlıklarıyla neler aldığı sorulduğunda; %49,4 gibi bir oranla çikolata ilk sırada yer alırken, şeker-sakız  %20,8 ile ikinci sırada yer almaktadır. Süt-ayran tüketiminin ise çok düşük oranlarda (%2,4) olduğu görülmektedir (Sürücüoğlu ve Akman 1998, s. 50). Görüldüğü gibi daha sağlıklı ve lezzetli olan süt-ayran çok fazla tercih edilmemiştir. Bunu önlemek için özellikle yazılı ve görsel basında Türk mutfağı ile ilgili tanıtımların yapılması ve tüketicilerin tercih etmesini sağlayacak teşviklerin oluşturulması gerekmektedir. 

Gıda Endüstrisindeki Gelişmelerin Etkisi 
Gıda endüstrisinin gelişimi, hızlı kentleşme sonucu evden uzakta yemek yemek zorunda kalan kişilerin tercihleri, kadının ev dışında çalışma zorunluluğu yüzünden yemek hazırlama zamanının daralması, toplumda yalnız yaşayan insanların sayısındaki artış, kitle iletişim araçlarının etkisi gibi nedenlerden dolayı, hazır ve yarı hazır hale getirilmiş yemeklerin tüketiminde her geçen gün artış görülmektedir  (Baysal 1993b, s. 15). 

Özellikle son yıllarda gıda endüstrisindeki gelişmeler ve yeniliklerin sağladığı kolaylıklar, hem yiyecek-içecek sektöründe faaliyet gösteren işletmelere hem de ev hayatına girmiş durumdadır. Gıda sanayisinin gelişmesiyle beraber eski dönemlerde sadece zengin ailelerin yiyebildiği ya da sadece özel günlerde bulunabilecek gıdalara ulaşım imkânı arttı. Aynı zamanda seri üretimlerle fiyatlarında düşmesiyle beraber herkes tarafında kolaylıkla ulaşılabilecek bir durum ortaya çıktı (Yıldız, 2015,s.17). 

Türk mutfak kültürünün geçmişine bakıldığında göçebe insanların, gıda maddelerin bol bulunduğu yerlere göç ettiği görülmektedir. Gıda maddelerinin zor bulunduğu dönemlerde ise kendi buldukları saklama ve depolama yöntemlerini uygulamışlardır. Gıda endüstrisinde meydana gelen gelişmeler gıda maddelerinin her yerde ve her zaman bulunmasını sağlamıştır. 

Katkı maddelerinin gıda endüstrisindeki kullanımı teknolojik gereksinimlerden kaynaklanmaktadır. Dünya nüfusunun artması, hammadde kaynaklarındaki azalmalar, yaşam standartlarının yükselmesi gibi etmenler, teknolojik buluşları ve fikirleri yönlendirmiştir. Gıdanın üretiminde ve uzun süre saklanabilmesinde, gıda katkı maddelerinin büyük oranda kullanıldığı, bunun sonucunda mutfaklarda alışık olduğumuz lezzet ve tatlar yerine katkı maddeli yeni ürünlerin kullanıldığı görülmektedir (Sürücüoğlu ve Akman 1998, s. 48). Doğal ürünler yerine, sanayide üretilen katkı maddeli yeni ürünler tüketilmeye başlanmıştır. Bu da mutfakta geleneksel Türk yiyecek hazırlama ve pişirme yöntemlerini, beslenme alışkanlıklarını, kısaca beslenme kültürünü değiştirmiştir. 

Fast Food (Ayaküstü Beslenme) 
Fransız mutfağı başta olmak üzere Batı mutfağının Türk mutfağına etkileri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamıştır. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte batılılaşmanın hızlanması, yemek kültüründe de kendini göstermiştir. Fast food sistemi, insanın zamanla yarışmasından dolayı, hızlı ve pratik yemek yeme ihtiyacını karşılamak amacıyla ortaya çıkan bir değişimin sonucudur (Arslan 1997, s. 29). Aslında eskiden beri Türk yemek kültüründe ayaküstü beslenme geleneği önemli bir yer tutmaktadır. 

Yufka arasına konulan peynir, çökelek, haşlanmış yumurta, ekmek ve ekmek arası yiyecekler özellikle çalışanların zamandan tasarruf edebilmelerini sağlamaktadır. Bunun yanında pideciler, kebapçılar, muhallebici gibi küçük işletmeler de kişilerin karınlarını ayaküstü doyurabilecekleri yerler arasında sayılabilir. Ama son yıllarda Fast food sisteminin etkisi ile kebabın yerini hamburger, pide-lahmacunun yerini pizza, süt tatlılarının yerini pasta almaya başlamıştır (Baysal 1993b, s. 16). 

1980’li yıllarda yaşanan ekonomik reformlar, sosyal, ekonomik ve kültürel değişimlerin etkisi ile özellikle büyük kentlerde Fast food türü yemek kültürüne olan talep artmıştır. Fast food ürünlerin kolay tüketilebilir ve pratik olması kişileri etkilerken, gıda değeri yüksek ve lezzetli geleneksel Türk yemeklerinin unutulmasına ve ihmal edilmesine de neden olmaktadır. Çünkü Türk yemeklerinin birçoğunun hazırlanması uzun ve zahmet gerektiren bir süreçtir. Ancak yerli Fast food türü işletmelerin standart prosedürlerle üretilen alternatif Türk mutfağı ürünlerini tüketicilere sunmaları gerekmektedir. Ancak bu şekilde yabancı Fast food işletmeleri ve ürünleri ile rekabet edebilmek mümkün olacaktır.  

Turizmin Etkisi 
“Bacasız Sanayi” olarak adlandırılan turizm, ülkenin tanıtımında ve gelir elde etmesinde önemli bir sektördür. Ayrıca turizm sektörü, ülkeleri birbirlerine yaklaştırır. Bu yakınlaşmada yemekler bir araç olmaktadır. Bazı işletmeciler gelen konukları memnun edebilmek için onların mutfaklarından örnekler sunmanın daha doğru bir davranış olacağı konusunda emindirler. Oysa ki turizm sektöründe konaklama faaliyetlerinin tamamlayıcısı olarak yiyecekiçecek faaliyetlerinin iyi bir şekilde yerine getirilebilmesi için, Türk mutfak kültürünü gelen turistlere en iyi şekilde tanıtmak gerekmektedir. Seçkin Türk yemeklerini tatmak, geleneksel misafirperverlik anlayışıyla hizmet etmek, Türk mutfağının tanıtılması açısından önemlidir.  

Türkiye’ye gelen yabancı konukların tatil yöresi ile ilgili beklentilerine yönelik yapılan bir araştırmada; “Türk Mutfak Kültürü”nü tanımak istedikleri açıkça ortaya konmaktadır (Sürücüoğlu ve Akman 1998, s. 52). Ancak, Türkiye’deki konaklama işletmelerinde Türk mutfağına verilen önem oldukça azdır. Turizm Bakanlığı’nın 93/4811 no’lu “Turizm Yatırımları ve İşletmelerinin Nitelikleri Yönetmeliği”ne göre 1. sınıf restoran işletmeleri ile lüks restoran menülerinde Türk mutfağına ait yemek bulundurmak zorundadırlar. Buna rağmen bu işletmelerin menülerine bakıldığında Türk yemekleri arasında genelde döner, kebap ve pide görülebilmektedir.  

Konaklama işletmelerinde Türk yemeklerinin yeterince yer almamasının nedenlerini kısaca şu şekilde açıklamak mümkündür (Ciğerim 2001, s. 59): 

1.   Batılılaşmanın etkisinin hala devam etmesi, 
2.   Uluslararası zincir işletmelerin kendi menülerini uygulamak istemeleri ve bu tür işletmelerin sayısının gün geçtikçe artması, 
3.   Türk yemeklerinin hazırlanması ve pişirilmesinin zaman alması, deneyim ve fazla işgücü gerektirmesi, 4. Tencere yemeklerinin önceden tüketime hazır durumda olamaması ve sipariş anında hazırlanmasının güç olması, 
5.   Yemeklerin tüketime hazır bir biçimde bekletilmesi durumunda lezzet ve görüntü olarak bozulmaların meydana gelmesi 
6.   İnsanların farklı lezzetleri ev dışında tatmak istemeleridir.  

Son dönemde çok popüler bir kavram olan füzyon mutfağı alanyazında ilgi çeken konu başlıkları arasında yer almaktadır. Özellikle Gurme dünyasında çok tartışılan ve hala bir fikir birlikteliğine varılmamış olan füzyon mutfak konusunda söylenecek çok söz vardır.  

Gastronomi turistleri için gidilen destinasyon kültürüne ilişkin yiyecek ve içecekleri deneyimlemek önemlidir. Gidilen destinasyonda yeni, farklı ve özgün tatları deneyimlemek de oldukça önemlidir. Füzyon mutfak uygulamaları, günümüzde gastronomi turistlerini destinasyona çekebilmek için çekicilik unsurunun başında gelmektedir.    

Füzyon mutfağı, değişik bölgelerin ve yörelerin yemek pişirme ve tekniklerinin bilinçli olarak aynı tabakta sunulması, birleşmesi kuralına dayanan, özgün, yaratıcı ve yenilikçi bir teknik olarak tanımlanabilir (Sandıkçı ve Çelik, s. 2007). 1980’li yıllarda popüler olmaya başlamış olan bu akım globalleşmenin etkisi, seyahatlerin artması, turizm olgusu ile birlikte daha güncel bir hal almıştır. Füzyon sözcüğü; birleşme, erime, bir araya gelme, birleştirme anlamına gelmektedir (tdk.gov.tr).. 

Füzyon mutfak adı altında ortaya çıkan bu yeni akım mutfak şeflerini ikiye bölmüştür. Gelenekselci ve yaratıcı (yenilikçi) olarak nitelendirilebilecek bu aşçılar kendi aralarında kıyasıya bir rekabete girmiş durumdadırlar. Bulgur pilavının içine karides koyan yaratıcı şefler bunun adına “karidesli bulgur pilavı” adını vererek Türk mutfak kültürüne yenilik kattıklarını düşünmektedirler. 

Geleneksel şefler ise “Bulgur pilavı, bulgur pilavıdır yeniliğe ihtiyacı yok” diyerek bu oluşuma karşı çıkmaktadırlar. Tarhanayla kaplanmış kalkan balığı, kırmızıbiber tatlısı, baklava hamurunda levrek filetosu gibi örnekler yaratıcı şeflerin mutfağımıza kattığı örnekler arasında sayılabilir (Hatipoğlu, 2008). Türk mutfak kültürünün daha iyi tanıtılmasında bir takım yeniliklerin yapılması gerektiği ortadadır. Bu yenilikler, yaratıcılığı ortaya çıkarmak, değişik pişirme yöntemlerini denemek, süslemeye önem vermek olarak sayılabilirken, gelenekselci şefler kültürümüzü korumak adına bu tür değişikliklerin gereksiz olduğunu savunmaktadırlar. 

Türk mutfak kültürü aslında füzyon mutfak olarak nitelendirilebilir. Türk mutfağı, farklı kültürlerin etkisinin görüldüğü bir mutfak kültürüne sahiptir. Osmanlı mutfağı buna en güzel örnektir. Osmanlı topraklarında yaşamış farklı kültürlerin (Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Yahudi gibi) etkisi Türk mutfağında hissedilmektedir. Dolayısıyla farklı arayışlar içine girmenin doğruluğu halen tartışılmaktadır. Ancak globalleşme, farklı kültürlere yaklaşma, kaynaşmanın bir sonucu olarak bu gelişmeleri görmek ve Türk mutfak kültürünün özünü bozmadan korumaya çalışmak, yenilikleri de görmezden gelmemek gerekmektedir. 

Sonuç 
Türk mutfağının kökleri çok eskilere dayanmaktadır. Bu uzun süreçte Türk mutfağının çeşitli biçimlerde geliştiği ve yenilendiği görülmektedir. 

Osmanlılardan itibaren batılılaşmanın etkisi, kadının çalışma yaşamında daha fazla yer alması, kitle iletişim araçlarındaki gelişme, gıda sektöründeki gelişmeler, fast food akımı ve turizm sektörünün etkisi gibi nedenlerden dolayı Türk mutfağının değişimlere uğradığı görülmektedir. Bunda Türk toplumun kendi kültürüne, kendi mutfağına ve yemeklerine yabancılaşmasının payı büyüktür (Sürücüoğlu ve Akman 1998, s. 52). Önemli olan Türk mutfağına ait lezzet ve tatların unutulmasını önleyecek çalışmaların yapılmasını sağlamaktır. 

Bunun için; 

1.   Türk mutfağını araştıran ve uygulama yapma imkânı tanıyan birimlerin açılmasını sağlamak, 
2.   Aşçılık okullarında Türk mutfağını tanıyan ve pişirme yöntemlerini profesyonel bir biçimde öğrenen nitelikli aşçıların yetişmesini sağlamak, 
3.   Turizm sektöründe faaliyet gösteren işletmeleri, Türk mutfağı ile ilgili uzman aşçıların istihdam edilmeleri konusunda teşvik etmek,  
4.   Farklı lezzetleri barındıran yemeklerle klasik yemekleri de farklılaştırarak alternatif lezzetlerin yaratılmasını sağlamak, 
5.   Yerli ve yabancı basında Türk mutfağı ile ilgili reklam ve tanıtım çalışmalarında bulunmak, 
6.   Türk mutfağının gelişmesini sağlayacak ve tanıtılmasına katkıda bulunacak uluslararası nitelikte yarışmalar düzenlemek, 
7.   Konsolosluklar aracılığıyla Türk Mutfağı Haftası etkinlikleri düzenleyerek tanıtım etkinliklerinde bulunmak, 8. Özellikle son yıllarda çok sayıda kişiyi etkisi altına alan Fast Food akımına karşı ayak üstü yenilebilen, hız, teknoloji ve hijyen kurallarına uyularak üretilen Türk mutfağından örnekler sunabilmek, 
9. Sağlıklı beslenme olgusunun gün geçtikçe bireyler tarafından daha çok kabul görmeye başlaması ile birlikte özellikle vejeteryan mutfağının yeme içme işletmelerinde daha fazla yer almasını sağlamak; tanıtım ve pazarlama faaliyetlerinin sağlıklı mutfak, sağlıklı beslenme faktörü üzerinden yapılmasına çalışmak, Türk mutfağının gelişimi açısından yararlı olacaktır. 

Alanyazında, Türk mutfağı ve Türk mutfak kültürüne ilişkin yapılacak olan çalışmalarda, tanıtım ve pazarlama faaliyetleri konusunda neler yapılabileceğine ilişkin çalışmaların yer alması önemlidir. Buna yönelik çalışmaların yapılması, Türk mutfağının tanıtılmasına ve dünya tarafından kabul görmüş mutfaklarla yarışabilir düzeye gelmesine olanak tanıyacaktır 

KAYNAKÇA 
Aksu, Harun. (2015). Gıda ve Beslenme Kültürü - Antikçağ’da Mutfak Kültürü, http://veteriner.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2015/04/03-GIDA-VE-BESLENMEKÜLTÜRÜ-Antik-Çağda-Mutfak-Kültürü1.pdf (Erişim tarihi:15.12.2015) 
Aktaş, A. ve Özdemir, B. (2005). Otel İşletmelerinde Mutfak Yönetimi, Detay Yayıncılık, Ankara. 
Arslan, P. (1997).” Toplumun geleneksel yemek kültürünün değişimi-hızlı hazır yemek sistemine (fast food) geçiş”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No: 20. 1997, 29-34, Ankara. 
Baysal, A. (1993a). Beslenme Kültürümüz, Kültür Bakanlığı Yayınları:1230, Ankara. 
Baysal, A. (1993b). “Türk yemek kültüründe değişmeler, beslenme ve sağlı yönünden değişmeler”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No:3, 1220, Ankara. 
Baysal, A; Merdol, T. K.; Saçır, H.; Taşçı, N.C. ve Başoğlu, S. (1996). Türk Mutfağından Örnekler, Kültür Bakanlığı Yayınları:1570, Ankara. 
Baysal, A. (2002). “Yoğurt: Küreselleşen türk besini”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No:30, 1-8. Ankara. 
Beşirli, H. (2010). Yemek Kültür ve Toplum, Milli Folklor Dergisi, Yıl: 22,Sayı: 87, s.159-169. 
(http://www.millifolklor.com/tr/sayfalar/87/16_.pdf). 
(Erişim tarihi: 14.1.2015) 
Bingöl, R.  (2005). Restoran İşletmeciliği, Restoranlar ve Lokantalar Nasıl Yönetilir? Timaş Yayınları, İstanbul. 
Bucak, T. ve Aracı, Ü.E. (2013). Türkiye’de gastronomi turizm üzerine genel bir değerlendirme, Balıkesir Üniversitesi Journal of Social Sciences Institute, Cilt:16, Sayı: 30, s.203-216. 
Bulduk, S ve Demirel N. Y. (1998). “Antalya ili merkez ilçelerinde farklı sosyo-ekonomik düzeydeki kadınların yiyecek hazırlamada uyguladıkları yöntemlerin saptanması”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No: 22, 67-75, Ankara. Ciğerim, N.(2001). “Batı ve türk mutfağı’nın gelişimi, etkileşimi ve yiyecek-içecek hizmetlerinde türk mutfağının yerine bir bakış”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No:28, 49-61, Ankara. 
Ertaş, Y. ve Gezmen-Karadağ, M. (2013). Sağlıklı beslenmede türk mutfak kültürünün yeri, Gümüşhane Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 2 (1), 117-136, Gümüşhane. 
Gülal, M. ve Meral K.  (1987). Yemek Pişirme, MEG ve Spor Bakanlığı Yayınları: 762. Ders Kitapları Dizisi: 284, İstanbul. 
Güler, S. (2010a). “Türk mutfak kültürü ve yeme içme alışkanlıkları”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 26, 24-30, Kütahya. 
Güler, S. (2010b). “Türk Mutfak Kültürü ve Tarihsel Gelişimi”, Kültürel Miras Yönetimi içinde: Anadolu Üniversitesi Yayın No: 2126, 162-181, Eskişehir. 
Güler, S. ve Olgaç, S. (2010). “Lisans düzeyinde eğitim gören öğrencilerin türk mutfağının tanıtım ve pazarlanmasına ilişkin görüşleri” (Anadolu Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu örneği), Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 28, 227-238, Kütahya. 
Gürkan, O.T. (2007). Yöresel Türk Mutfağı, İstanbul: Yaylım Yayıncılık.  
Halıcı, N (1997). “Anadolu bayramlarında beyaz renkler”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı yayınları, Yayın No: 20, s.65-67. 
Hatipoğlu, A. (2008). Gastronomide Yeni Eğilimler ve Konseptler, Yiydergi F&B Gastronomi Platformu 
Dergisi, Kasım-Aralık, s. 
Kızıldemir, Ö. ve Öztürk, E; Sarıışık, M. (2014). “Türk mutfak kültürünün tarihsel gelişiminde yaşanan değişimler”, AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:3, s. 191-210, Bolu. 
Koca, N. ve Yazıcı, H. (2014). “Coğrafi faktörlerin türkiye ekmek kültürü üzerindeki etkileri”, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 9/8, s. 35-45. Köşklü Z. (2005). “Eski erzurum mutfağında tandır: yapılışı, kullanımı ve doğu anadolu’daki yeri üzerine”. Sosyal Bilimler Dergisi 2005/2, s.155-178. 
Maviş, F.  (2003). Endüstriyel Yiyecek Üretimi, Detay Yayıncılık, Ankara. 
Merdol, T.K. (1998). “Tarihten günümüze toplumlar ve beslenme alışkanlıkları”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve 
Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No:22, 135-143, Ankara. 
Mussmann, K. D. ve Can P. (1994). Mutfak Hizmetleri, 
Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları Yayın No: 397, Eskişehir. 
Özdemir B. ve Kınay F. (2004). “Yabanci ziyaretçilerin türk mutfağına ilişkin görüşleri: Antalya’yı ziyaret eden alman ve rus turistler üzerine bir araştırma”, Gazi Üniversitesi Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı:2, s.1-34, Ankara. 
Sandıkçı, M. ve Çelik, S. (2007). “Füzyon mutfak uygulamaları ve misafir memnuniyeti açısından önemi”, 
I. Ulusal Gastronomi Sempozyumu ve Sanatsal Etkinlikler, 4-5 Nisan, Antalya. 
Sormaz, Ü. (2015). “İstanbul’da yiyecek içecek sektöründe hizmet veren işletmelerin türk mutfağı uygulamaları”, Journal of Tourism and Gastronomy Studies, 3/1, 48-54. www.jotags.org (Erişim tarihi: 07.09.2015) 
Sürücüoğlu, M.S. ve Akman M. (1998). “Türk mutfağının tarihsel gelişimi ve bugünkü değişim nedenleri”, Standart Dergisi, Sayı: 439, 42-53. 
Şavkay, T. (1998).  Mutfağımız Büyük Bir Kültürel 
Renkliliğe Sahip. Türsab Dergisi, Sayı: 71, 44-46. 
Tamkoç, G. (2000). Vejeteryan Türk Mutfağı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları No: 2516. 
Tezcan, M. (1996). “Mutfak kültürümüzün mizahi yönleri”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No:17,78-81, Ankara. Tezcan, M. (1999). “Etyemezlik - vejeteryanlık tercihinin kültürel boyutları”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No: 23, 217-221, Ankara. 
Toygar, K. (1993). “ Hızlı Hazır Yemek Fast Food Sisteminin Geleneksel Türk Mutfağına Etkisi”, Hizmet İçi Eğitim Semineri Konuşması, 17-18 Kasım, Ankara. Toygar, K. (1981). “Değişen türk mutfağı”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara. 
Tuncel, M. (2000). Fast Food (Hızlı Yemek) Sisteminin Türk Mutfağına Uyarlanması ve Bir Uygulama, Anadolu 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Turizm ve Otel İşletmeciliği Anabilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir. 
Şanlıer, N. ve Cömert, M; Durlu-Özkaya, F. (2008). “Türk mutfağındaki geleneksel tatlı ve helvaları gençlerin tanıma durumu”, Türkiye 10. Gıda Kongresi, 21-23 Mayıs Erzurum. http://www.gidadernegi.org/TR/Genel (Erişim tarihi:07.09.2015) 
Ünver, S.  (1952). Fatih Devri Yemekleri, İstanbul 
Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü, İstanbul. 
Yıldız, F. (2015). Mutfak kültürünü tarihsel gelişiminde slow food ve günümüz tüketim kültüründe slow food’un algılanması, Eko-Gastronomi Dergisi, Yıl:1,Sayı:2, s.926. 
Yılmaz, A. (2002). İşyerimiz Mutfak, Mesleğimiz Aşçılık, Sanatımız Pişirmek, İstanbul. 
Yücesan, S. (1999). “Besin tüketimindeki değişimler ve yeni eğilimler”, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No: 23, 235-244, Ankara. 
http://turk-mutfagi.ascilik.net/yutk-mutfaginda-kullanılanarac-gerecler (Erişim tarihi:15.09.09) 
http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/mutfakkulturu.pdf 
(Erişim tarihi: 1.12.2015) http://tafed.org.tr/tr-tr/haberler/356/gecmisten-gunumuzeturk-mutfagi (Erişim tarihi: 07.09.2015) 
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gt s&guid=TDK. (Erişim tarihi: 15.12.2015) 

Extensive Summary 
Turkish Cuisine and an Assessment on Its Future 

Nutrition is one of the most important things necessary for the survival of human beings. Dining practices vary in different communities all around the world. Life practices of a communities also reflect food culture of that community. Moreover, any changes in the life practices of a community is an important aspect of changes in the nutritional practices and culture. 
 Invention of fire is an important point in the rise of human civilization. This innovation also led to new cooking practices.  Pottery, which was strengthened by heat, were the early manmade kitchenware of the history. Further, man started to use metal pots and pans after learning how to process metal, and keep them in a specific area in their caves. This is the proof of a kitchen even in the earlier periods of human history. On the other hand, advances in the technology have facilitated life in every aspect. Although these improvements have resulted in ease of life, they have also caused negligence of food that are difficult to prepare. It can be commented that technology has resulted in both negative and positive impacts on the food culture.  
According to the gastronomy experts, Turkish cuisine is one of the most important cuisines of the world.  Diversity of the Turkish cuisine can be attributed to several factors such as variety of crops and products in Asia and Anatolia, entry of new tastes in Seljuk and Ottoman palaces, and the impact of Mesopotamia.  
General characteristics of the Turkish cuisine can be listed as follows:  
* Basic food in Turkish cuisine is bread.  
* Habitude plays an important role. 
* Pastries are very important. 
* It is common to cook vegetables with meat, onion, tomato and tomato paste. 
* Self-growing vegetation, mushroom and roots are frequently used in the rural areas.  
* Oil is very important. Olive oil is mostly used in western Anatolian cuisine. Diary oil and fat is also highly used. 
* Yoghurt is an important component of the Turkish cuisine. It is common to put plain or garlic yoghurt on top of the meals and to drink ayran as a freshener.  
* Sauces are not served. Although it is spreading due to the impact of western cuisines, old traditions are still prevailing. 
* Spices have a widespread use. It is also common to dress salads, soups and meals with parsley, dill and green or dried mint.  
* Dressing and decorating is not important. The taste of the meals is important rather than the decoration. 
Turkish cuisine has been changing due to the impacts of westernization since the latest era of Ottomans, women’s increasing role in the labor markets, advances in mass media and communication technologies, developments in food sector and the fast-food sector.  This is mostly due to alienation of Turkish people to their own culture, cuisine and their meals (Surucuoglu and Akman 1998, 52). As such, it is important to take necessary steps to prevent extinction of tastes and flavors specific to Turkish cuisine. In order to achieve this, it will be beneficial to: 
* Open research units that will research and practice Turkish cuisine, 
* Educate and train professional cooks on the Turkish cuisine in vocational schools, 
* Promote tourism businesses to employ professional cooks trained in Turkish cuisine,  
* Create opportunities to produce new tastes and flavors pertaining the classical recipes, 
* Promote    Turkish    cuisine    in    national    and 
international media, 
* Organize international competitions to promote and develop Turkish cuisine,  
* Organize Turkish Cuisine Weeks by the participation of consulates, embassies and foreign delegation,  
* Offer fast produced Turkish tastes for fast 
consumption as in the case of fast-food restaurants,  
* Focus on healthy and hygienic food as a result of increasing interest in healthy food, such as inclusion of vegetarian menus, and  
Promote and foster healthy and nutritious aspects of Turkish cuisine. 

Türk Mutfağının Geleceğine Dair Değerlendirmeler

Has Aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR:
Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...


18 Ocak 2021 Pazartesi

Osmanlılarda Sağlık

 


Osmanlılarda Sağlık

Aybars AKKOR

Osmanlılarda Tıp ve Eczacılıkta Kullanılan Materyaller

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”, diye yazmış Kanuni Sultan Süleyman, fazla protein almaktan oluşan gut (nikris) hastalığına yakalandıktan sonra.

Gerçekten insan yaşamında en önemli şey sağlıktır, sağlık olmadıktan sonra ne kadar malınız mülkünüz olmuş önemli değildir. Bu nedenle sağlık ile ilgili tedbirler alırken tarihten de ders alıp geçmişte neler olduğunu öğrenmek gerekir.

Osmanlılarda sağlık konusunda elimizde bazı kitaplar, vakfiyeler, arşiv belgeleri mevcuttur. Ama ne yazık ki yazılan kitapların birçoğu telif eserlerden ibarettir ve çoğu toplum içinde uygulanan sağlık pratiğini yansıtmaktan uzaktır. Arşiv belgeleri ise daha çok tayinlerle, maaş ödemeleriyle alakalıdır. Hangi hastalığa tutulmuş kaç hasta olduğuna, onlara ne gibi tedaviler uygulandığına, bu tedaviler sonrası ne kadar iyileşme olduğuna dair istatistiki bilgiler elimizde yoktur. Doktor ve eczacı sayısına ilişkin en ayrıntılı rakamlara ancak anlattıklarına hep kuşkuyla yaklaşmamız gereken Evliya Çelebi?nin anılarında rastlamamız da Osmanlıların sağlık konusundaki kaynaklarının ne derece yetersiz olduğunu gösterir.

Gene de ne mutlu ki Tıp Tarihi ile uğraşan bir bilim dalı oluşturulmuş ve buradaki bilim insanları yaptıkları araştırmalarla sağlık geçmişimize ışık tutmaktadırlar.

Bu çalışmada Osmanlıların modern tıbba geçişin başlangıcı sayılan 1827?ye kadar olan sağlık öyküsü, eczacılık ve eczacılıkta kullanılan ilaç ve malzemeler, özet olarak işlenmiştir. Bunun için bu konularda yazılan eserler incelenmiş, mevcut veriler gözden geçirilmeye çalışılmıştır. Büyük bir veri kaynağı olacaklarına inandığım İstanbul şehir Sağlık Müzesinin ve Cerrahpaşa?daki Tıp Tarihi Müzelerinin kapalı olması, buradaki materyallerin depolarda kilitli durumda olması çalışmanın görsel veri açısından yeterli olmasını önlemiştir.

Gezdiğim İstanbul Eczacılık Müzesinde ise sadece 19. Ve 20. Yüzyıla ait tarihi eserler mevcuttur. Bu konuda gezdiğim Edirne?deki Sağlık Müzesinde ise 15. Yüzyılda yaşamış hekim şerefeddin Sabuncuoğlunun çizimlerinden yararlanılarak yaratılan ve o dönemin tedavileri konusunda insanın daha kolay hayal kurmasını sağlayan canlandırmalar oluşturulmuştur.

Bu çalışmanın 19.yüzyıl başlarına kadar olmasının nedeni, 19. Yüzyıl başında III. Selim tarafından başlatılan modernleşme çabaları ve 1827 yılında açılan Tıp Fakültesi ile Osmanlılardaki sağlık anlayışının Avrupa ülkelerindeki uygulamalara göre yeniden yapılandırılması nedeniyledir.

Genel Tıp Tarihi
Eski çağlardaki inanışa göre hastalıkların nedeni vücut dışında olan kötülüklerdi. Bu nedenle hekim rolünü üstlenen büyücüler, şamanlar, rahipler beden üzerinde müdahaleden çok dışarıdan gelen bu kötülüğü arayıp bulmak, sonra da kutsal alemle bağlantı kurup yok etmek ile ilgilenirlerdi. Her ne kadar antik çağlara ait kazılarda birçok cerrahi alet bulunmuşsa da bunlar genellikle insanın içine yerleşen kötü unsurların dışarı çıkması için delikler açmak için kullanılırdı. Dağlama ve çeşitli otlardan yapılan ilaçlarla tedaviler ise günümüzün tıbbına geçiş oluşturan yöntemlerdir.

Babil?de Hammurabi kanunlarında hekim ve cerrah ayrımı vardır. Böylece insanları iyileştirme bir meslek olarak görülmeye başlanmış ve sınıflandırılmıştır. Hekim, aynı zamanda rahiptir, hastayı iyileştirmek için kutsal alemle bağlantı kurar, bu nedenle bir sorumluluğu söz konusu değildir. Cerrahlar ise beden üzerinde bir işlem uygular, başarılı olursa ödüllendirilir, olamazsa cezalandırılırdı.

Çin?de yapılan tedaviden hekim sorumlu tutulur, kötü sonuçlanan tedavilerde ise cezalandırılırdı, başarılı olursa iyi bir ücret verilir, adı tapınaklara yazılırdı. Hintlilerde ise hekimlik rahipliğin bir kolu idi, yanlış tedavi cezalandırılmazdı, çünkü hastalık ve tedavisi Tanrılardan gelmekte idi ve sadece Tanrıların istediğini yapan hekimler cezalandırılamazdı.

Eski Yunanda özellikle Hipokrat (MÖ 4.yüzyıl) dönemi filozof hekimler, hastalıkların kutsal alemle değil, insanın iç özelliklerine bağlı olarak geliştiği teorisini geliştirdiler. Böylece hekim kutsal alemle bağlantıya girmeden tedavi uygulayabiliyordu. Hipokrat ve aynı dönemdeki hekimler hastalıklara doğal bir olay gözüyle bakıyorlardı. Hipokrat dönemindeki gelişmelerden biri de tedavi yöntemlerinin gelişmesinin yanında hekimlerin mesleki ahlakının da kurallarla belirlenmesi olmuştur.

Yunanistan?ı fetheden Romalılar, Yunan hekimleri savaş tutsağı olarak Roma?ya götürdü ve becerilerini tüm imparatorluğa yaydılar. MÖ 2. yüzyılda Bergamalı Galenos, hekimlikte çok büyük ün kazandı. Galenos?un tıp tarihine yaptığı en büyük katkı ilaç şekilleri oluşturmak, onların bir araya getirerek etkilerini arttırmaktı. Yüzyıllar boyu yetişen hekimlerin çoğu Hipokrat ile Galenos?un eserlerini yorumlamakta yetindiler. 1

İslamiyet’in ilk yıllarında hastalıkların tedavisi ve onlardan korunma, çoklukla, ruhi ve manevi yolla yapılmıştır. Tılsımlar bu yolda önemli bir işlev üstlenmişlerdir. Hz.Muhammed?in –büyüyü yasaklamakla birlikte- muska kullanılmasına, nazara, yılan ve akrep sokmasına ve genel olarak hastalıklara karşı “nefes etme” ye (okuyup üfleme) izin verdiği bilinir. Tılsımlar yüzyıllar boyu çoğu insanın çaresizliğine çare olmuş, güçsüzlüğüne güç vermiş, belki de kimilerinin yalnızlığına dost aramak için sığınıp nefes aldığı ve koruyucu gücünün altında kendini güvende hissettiği bir korunak görevi üstlenmiştir. 2

9. ve 10. yüzyıllarda Hipokrat ve Galenos?un eserleri Arapçaya çevrildi. Bu eserleri kendilerine göre yorumlayan ve ilerleten hekim filozoflar devri başladı. Zekeriya El Razi, ibni Sina, Ebülkasım Zehravi, ibni Rüşd gibi başarılı hekimler yetişti. Hekimler din adamı olmamakla beraber din konusunda da bilgi sahibiydiler. Hizmetlerinin karşılığında ücretlerini alırlardı. Hekimler aynı zamanda denetlenirler, kurallara uymayanlar cezalandırılırdı. Bu hekimlerden özellikle ibni Sina, tıp alanında yedi yüzyıl boyunca temel kaynak eser olarak süre gelen El-Kanun fi?t-Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı kitabı ile ünlenmiş ve bu kitap Avrupa üniversitelerinde 17. asrın ortalarına kadar tıp biliminde temel eser olarak okutulmuştur.

Osmanlılarda Tıbbın Başlangıcı
Orta Asya Türklerinde «otacı» adını alan, ilaç ile tedavi uygulayan hekimler ve cin hastalığına tutulanlara okuyan «efsuncular» vardı. Selçuklular, Arap ülkelerinden başarılı hekimleri getirterek islam Dünyasının tıbbını benimsediler. 1200?lerde Sivas Darüşşifası kuruldu. Bu darüşşifadaki hekimler tabip, cerrah, kehhal (göz hekimi) ve eczacı olarak ayrıldı.

Selçuklular sadece sivil yaşamda değil, askeri yaşamda da tıbba önem veriyorlardı. Melikşah döneminde (11. yüzyıl) orduda seyyar hastane ve birçok hekim bulunuyordu.

Osmanlı Devleti kurulduğunda hekim yetiştirecek bir kuruluş yoktu. Bu nedenle tedavi hizmetlerinde islam Coğrafyasında yetişmiş hekimlerden faydalanılıyordu. Bir taraftan da usta-çırak ilişkisi içinde hekim yetiştirilmeye başlandı. Hekimlik yapmak için bir hekimin yanında çalışarak ya da bir Tıp Medresesine devam ederek bir belge almaya ihtiyaç yoktu.

«Mütetabbib» denilen bazı kimseler diledikleri gibi hasta tedavi ederlerdi. Bunlar ilaç hazırlayıp hastalara verdikleri gibi tılsım ile de uğraşırlardı. Tedavi için hastalara «şifa tası» içinde okunmuş sular içirir ya da üzerinde dini yazılar bulunan gömlekleri hastalara giydirerek tedavi etmeye çalışırlardı. Bunların bir kısmı hekimliğin kendilerine babadan kalma bir meslek olduğunu iddia ederlerdi. 3

Darüşşifalar kurulana kadar sağlık sisteminin nasıl olduğuna dair fazla bir bilgimiz bulunmamakla beraber, hekim yetiştirmenin usta çırak ilişkisi ile olduğunu tahmin edebiliyoruz. Osmanlı darüşşifalarında teorik tıp bilgileri; Hipokrat, Calinos, Ebubekir Razi, Ebul-Kasım Zehravi, ibn Sina, ibn Baytar, Hacı Paşa?nın kitaplarından verilirdi. Bunlar arasında en revaçta olanı ibn Sina?nın Kanuni t-tıbb adlı eseriyle ibn Nefis tarafından hazırlanan kısaltılmış metni Mücez el-Kanun t-tıbb ve bunun şerhleriydi.

Ayrıca hekim namzetleri darüşşifa tabiplerinin yanında bulunur ve hasta başında hocasının nasıl teşhis koyduğunu hangi ilaçları tavsiye ettiğini öğrenerek hastalıklar ve tedavileri hakkında bilgi edinirler, teşhis ve tedavi konusunda tecrübe kazanırlardı. istanbulda sadece Fatih Darüşşifasında hekim yetiştiğine dair belgelere sahibiz. Şimdilik diğer darüşşifalarda tıp eğitimi verildiği hakkında kanıtlı bilgimiz bulunmamaktadır.

Fatih Darüşşifasında tıp eğitimi yapıldığına dair ilk ipuçları Fatih Külliyesi imaretinde yemek yiyenlerin listesinde iki tıp şakirdi (öğrencisi) bulunması, darüşşifada da iki tıp öğrencisinin yatması hakkındaki arşiv kayıtlarıdır. Fatih Külliyesi?nde tıp öğrencilerine ayrılmış odalar ve bir dersiam (idareci öğretmen) bulunmaktaydı. Külliye kütüphanesinde pek çok tıp kitabının varlığı da tıp eğitiminin bir kanıtı kabul edilmişti. Fatih Külliyesi?nin büyük vakfiyesinde burada okunan akli ilimler, matematik, biyoloji, felsefe gibi dersler arasında tıbbın da bulunduğunu gösterir bir kayıt yoksa da istanbul Tıp Fakültesi?nin, başlangıcı Fatih Darüşşifasına bağlanır. Çünkü Topkapı Sarayı Arşivlerinde bulunan (No.3882) küçük vakfiyede, darüşşifada tıp talebeleri için odalar bulunduğu bildirilmektedir. 

Evliya Çelebi de bu hastanede dersiam, yani bir idareci öğretmen bulunduğunu kaydediyor. Darüşşifada tıp tahsiline başlayan talebeler, pratik olarak yetiştikleri gibi hekimlerin nazari bilgilerinden faydalanırlar ve icabında medrese kütüphanelerindeki Arapça, Farsça ve Türkçe tıp klasiklerinden istifade ederlerdi. Bu da Fatih Sultan Mehmet?in özel kütüphanesinden çıkarak Fatih Külliyesi?ne bağışladığı yüzlerce kitap arasında çeşitli tıp kitaplarının bulunmasıyla sabittir. Pek çok tartışmalar sonunda bu gerekçelerle 1970 yılında istanbul?da tıp eğitiminin 500.yılı törenlerle kutlanmıştır.

Fatih Darüşşifasında tıp eğitimi yapıldığını gösteren en sağlam belgeler 1723-1783 yılları arasındaki 60 yılda darüşşifaya yapılan “tabip şakirdliğine tayin rüusları” yani tıp öğrenciliğine tayin belgeleridir. Yakın zamanda yayınlanan bu dokuz rüustan, darüşşifada altı tıp öğrencisi kadrosu bulunduğu bu kadrolardan boşalan oldukça hekimbaşı tarafından yeni tıp öğrencisi tayin edildiği anlaşılmaktadır. Tıp eğitimi sistematik olarak yapılmaktaydı. Tıp öğrencilerinin tamamı Süleymaniye Tıp Medresesi?nden seçiliyordu. Fatih Darüşşifasından yetişen hekimlerin tamamı saray hekimi olarak görevlendirilmekteydi. 4

Osmanlıda Hastaneler
Moğol istilası ile Selçuklu imparatorluğunun yıkılmasından sonra 14.ve 15.yüzyıllarda Osmanlı Türk imparatorluğu Anadolu ve Balkanlarda gelişip, yayılmaya başladı. Bilhassa 16.ve 17. yüzyıllarda Cezayir?den isfahan„a, Moskova ve Viyana„dan Habeşistan ve Hint Okyanusuna kadar yayılan ve dünya tarihinin en büyük imparatorluklarından biri haline gelen Osmanlı imparatorluğunda sadece halk için değil, ordu ve hatta saray mensupları için de hastaneler tesis edildi. işletmede olan Selçuklu ve Memluklu devri hastanelerinin bulunduğu yerlerde yeni hastaneler tesis etmeğe ihtiyaç duymayan Osmanlılar, bunları, vakıfları gereği işletmede bırakarak, Bursa, Edirne, istanbul, Selanik, Belgrad ve Budapeşte gibi yeni fethedilen şehirlerde yeni hastaneler inşa ettiler.

Osmanlılarda 1399-1621 yılları arasında sekiz darüşşifa hizmete girmiştir. ilk Osmanlı Darüşşifası Bursa?da Yıldırım Külliyesi içinde yer alan I. Beyazıd Darüşşifasıdır (1399). Vakfiyeye göre, kurulduğu ilk dönemlerde darüşşifada, bir baştabip, iki tabip bulunuyordu. Ayrıca iki şerbetçi, iki eczacı, bir aşçı ve bir de ekmekçi mevcuttu. 5

istanbul?da hizmete giren ilk Darüşşifa ise Fatih Darüşşifasıdır (1470). Manisa Hafsa Sultan Darüşşifası, Haseki Hürrem Sultan Darüşşifası, Atik Valide Nurbanu Sultan Darüşşifası padişah anneleri veya eşleri tarafından hayır amacıyla yaptırılmıştır.

imparatorluğun en parlak devrinde inşa edilen Haseki Darüşşifası (1538-1550), Süleymaniye Darüşşifası (1552-1557), Nurbanu Valide Sultan Darüşşifası (1583), Sultan Ahmed Darüşşifası (1616) en meşhur olanlarıdır. Bunlardan Sultan Ahmed Darüşşifası hariç, diğerleri günümüze kadar iyi korunmuş bir şekilde ulaşmışlardır. 6

Osmanlı Darüşşifalarında İslami geleneğe uygun olarak hem hasta tedavi edilmekte hem de usta-çırak yöntemi ile hekim yetiştirilmekteydi. Sadece Süleymaniye Külliyesi?nde ayrı bir Tıp Medresesi vardı. 19.yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’ndeki darüşşifaların evkaf ve gelirleri ehil olmayan kişilerin eline geçince bakımları yapılamamış ve genel hastane kimliklerini kaybedip akıl hastalarına barınak olmuştur. Bu dönemde isimleri de bimarhaneye dönüşmüştür. Bimarhane sözcüğü de bu nedenle anlam değiştirerek akıl hastanelerini ifade eden bir terim olmuştur.

Osmanlı Darüşşifalarının en beğenilen özelliği tayin edileceklerin görev ve sorumlulukları ile aranan ahlaki niteliklerin vakıfnamelerine şart olarak konmasıdır. ilk kez Fatih Darüşşifası çalışanları için dönemin ahlak anlayışı doğrultusunda nitelikler belirlenmiştir. Bu nitelikler Edirne II. Beyazıd Darüşşifası, Haseki Hürrem Sultan Darüşşifası ve Atik Valide Nurbanu Sultan Darüşşifası vakfiyelerinde de devam etmiş, son Osmanlı Darüşşifası olan Sultan Ahmed Darüşşifasında ise oldukça azalmıştır. 7

Avusturya imparatoru Rudolf II?nin Bartholomaus Petz başkanlığındaki elçilik heyeti ile birlikte 1587?de istanbula gelen Königsbergli eczacı Reinhold Lubenau„nun anılarında belirttiğine göre, o zaman istanbulda 110 hastane, 515 medrese ve 625 okul bulunmakta idi. Bu hastaneler genellikle 150, büyük olanları ise 300 hasta alabilmekte, bazıları Müslüman ve Hıristiyan ayırımı yapmadan her türlü inanıştaki hastaları, bazıları da sadece kadınları kabul etmekteydi. Başhekimlerden başka göz hekimleri, cerrahlar ve eczacılar da bu hastanelerde görevli idiler. Osmanlı hastanelerinin en bariz mimari özelliği, cami, medrese, imaret, tabhane, kervansaray, hamam, dükkanlar, çeşme gibi komplekslerden oluşan külliyelerin bir parçası olarak planlanmış olmalarıdır. Bu külliyeler şehir içinde küçük bir şehir oluşturarak bir sosyal merkez gibi halkın her türlü sosyokültürel ve sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını karşılamakta idiler.

Darüşşifalara mimari açıdan bakarsak eski Selçuklu dönemine ait kültürel geleneklerin Osmanlılarda da devam ettirildiğini görürüz, ama Rönesans dönemi Osmanlı hastanelerinde yeni mimari fikirlerin gerçekleştirildiği de görülmektedir. Mesela Bursa„daki Yıldırım Bayezid Hastanesinde (1394) ve Manisa?daki Hafsa Sultan Hastanesinde (1539) Selçuklu hastanelerinin mimari özellikleri görülmekle birlikte, Edirne?deki Sultan Bayezid II Hastanesinde (1484) ve Mimar Sinan„ın istanbul„da gerçekleştirdiği hastanelerde yeni mimari düşüncelerin uygulanmış olduğu görülür. 

Topkapı Sarayında 15.yüzyılın sonlarında tesis edilen ve 16. yüzyıllarda gelişen Enderun Hastanesinin, sarayda Ali Ufki Bey olarak yetişen Alberto Bobovio?nun 1665?de yazdığı Saray-i Enderun isimli italyanca eserindeki tariflerine ve planına göre, belli fonksiyonel düşünceler ön planda tutularak planlanıp inşa edilmiş olduğu görülmektedir. Edirne?deki Bayezid II. Hastanesi ile Topkapı Sarayındaki bu Enderun Hastanesi, Rönesans dönemi Osmanlı mimarlarının, hastaneleri fonksiyonel ve rasyonel planlama esaslarına göre planlayıp inşa ettiklerinin en büyük delilleridir. 

Ayrıca Osmanlı dönemi Türk mimarlarının hastane planlamasında bu hastanelerde tatbik edilecek müzikle, banyo ile tedaviyi ve tehlikeli akıl hastalıkları gibi bazı hastaların diğerlerinden tecrit edilmelerini dikkate aldıkları da görülmektedir. Mimar Hayreddinin 15. yüzyıl sonunda Edirnedeki Beyazıd II Hastanesinde, Mimar Sinanın istanbulda 16. yüzyılda inşa ettiği hastanelerde az personelle fazla randıman almayı amaçlayan merkezi planlama ile havalandırma tekniği sahasında yeni fikirleri gerçekleştirmeleri, Osmanlı mimarlarının Rönesans döneminde eriştikleri yüksek düzeyi kanıtlar. Bugünkü en modern psikiyatrik hastanelerin, alışveriş merkezi, okul, dini mabet, hastane ile birlikte küçük bir şehir gibi bir göl veya nehir kıyısında inşa edilmeleri düşüncesinin günümüzden çok önce 15.yüzyıl sonunda Edirne?deki Bayezid II Hastanesini de içine alan Tunca nehri kıyısındaki Bayezid II Külliyesinde gerçekleştirilmiş olduğu görülür. 8

Darüşşifalarda Uygulanan Tedaviler 1-İnsan Tabiatının Korunması İçin Besinlerle Tedavi

Tabip, hastanın sağlığını önce yiyecek ve içeceklerle korumaya ve tedavi etmeye çalışırdı ve tıbbın gereği olarak yemeklerin nasıl pişirildiğine çok önem verilirdi. Hastalıkları önlemenin yanı sıra, tedavide kullanılmak üzere besinlerin nasıl hazırlanacağına dair bilgiler, hem eczacının ( müfredat ) ve ilaç terkiplerinin ( mürekkebât ) anlatıldığı kitapların yanı sıra genel tıp eserlerinde de bulunur. Yemeğin hangi usul ve hangi malzemeyle pişirildiğinde daha sağlıklı ya da daha etkili olacağı meselesi tıbbın bir konusudur.

2-İlaçla Tedavi
Hasta, durumuna uygun besin maddeleriyle tedavinin yanı sıra, bitki, hayvan ve madenlerden elde edilen eczalarla ya da bunlardan terkip edilen ilaçlarla da tedavi edilirdi. Hastaya uygun ilacın verilebilmesi için eczaların, sıcak, soğuk, kuru, veya yaş olarak tanımlanan doğan niteliklerini ve tıbbi etkilerini bilmek gerekirdi. Bu sebepledir ki vakfiyelerde, darüşşifada görevlendirilecek tabibin hangi ilacın hangi hastalığa ve hangi tabiattaki hastaya ne gibi tesiri olduğunu bilmesi ve ilaçların terkip ve hazırlanışı konusunda usta ve tecrübeli olması şart koşulurdu. Vakfiyelerde belirtildiği üzere, darüşşifa tabiplerinin, iyi tıp kitaplarında bildirilen uygun ilaçlar ile tedavi, etmekte emek harcayıp gereği gibi çalışan; 

?ilaç tertip etmekte mahir şurup ve macunların hastaların tabiatına uygun gelip gelmeyeceğini bilmeye muktedir ilaç bilgisi – yarar ve zararları- hususunda usta, tıbbi bilgilerin yararları ve zararları ve devalar konusunda çok bilgili ;   ilaç hazırlama usullerinde mahir, macunların, şurupların ve onların hastalara uygun – iyi veya ters – etkilerini anlayan   ;   ilaçların imal ve hazırlanışında çok tecrübe görmüş, hastaların mizaçlarına ve ilacın ne dereceye kadar münasebeti olduğuna vakıf, bu suretle nazariyat ile uygulamayı şahıslarında toplamış  ;   ilaç hazırlama prensiplerini bilen, içecek ve macun hazırlama konusunda hünerli   kişiler olmaları beklenilirdi.

3- İlaç Dağıtımı
Tedavi için darüşşifaya gidemeyen hastalar olurdu. Fakat herkesin evine tabip çağırmaya gücü olmazdı. Dolayısıyla, kendine ya da hastasına ilaç almak için darüşşifalara başvuranlar olurdu. Örneğin, Fatih Vakfiyesine göre ,   nazır, tabip ve katip darüşşifada seher vakti toplanıp İstanbul „ da hasta olup yatağa düşen, fakat bazı uygun ilaçların tedarikine kadir olmayıp evine tabip davetinden aciz olan Müslüman tarafından gelerek müracaat edip hayır sahibinin ambar ve kilerinden ihsan isteyenlerden   yardım esirgenmeyecekti.

Helva, macun, murabba, cevaşir, meşrubat, şerbet ve çorba şeklinde verilen ilaçlar halkı cezbederdi ve hasta olmadığı halde bunlardan yararlanmak, alıp satmak isteyenler olurdu. Bedava ilaç almak için yalan yere hastalık bahanesi ile gelenlere ilaç verilmesi II. Beyazıd ve Haseki vakfiyelerinde yasaklanmıştı.

4- Cerrahi Tedavi
Klasik dönem Osmanlı hekimliğinde olabildiğince ilaçla tedaviye gayret edilir, zorunlu olmadıkça cerrahi girişimde bulunmaktan kaçınılırdı anestezi ve antisepsi gibi cerrahi için olmazsa olmaz bilgi ve tedbirlerin bulunmadığı bir çağda büyük cerrahi ameliyatlardan kaçınılması gerekirdi. Sadece Fatih vakfiyesinde tabip   teşrih (anatomi ) ilminde geniş bilgi sahibi olmalı” ve Atik Valide Vakfiyesinde tabip   anatomi ilminde mahir?? olmalı şeklinde ifadeler bulunur. Ameliyat öncesinde hasta veya yakınları tarafından verilen rıza senetlerinde en sık rastlanan cerrahi girişimler mesaneden taş çıkarma ve kasık fıtığı ameliyatlarıdır. 

Cerrahi uygulamaların büyük çoğunluğu harici tedavilerden oluşurdu. Örneğin, Süleymaniye Darüşşifasında görevlendirilecek cerrahların   ülserler, başta olan yara ve kırıkla, çıban ve apseler, irinli urlar, fistüller ve kabarcıkların tedavisi; urların ve ağrıların izlenmesi ve fıtıkların düzeltilmesi; diş çekimi, damarlardan kan alma, yara sarmak, yakı vurmak, yaraların kapanması ve iyileştirilmesi   gibi müdahaleleri bilmesi gerektiğine vakfiyesinden öğreniyoruz. Cerrahların yara merhemlerinin hazırlanması ve fitiller konusunda da usta olması beklenirdi.

5- Müzikle Tedavi
Amasya, Fatih, II.Bayezıd ve Süleymaniye Darüşşifalarında sazendeler ve hanendelerin musiki icra ederek hastaların tedavisine yardımcı olduklarını tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Müzikle tedavi amacıyla belirli gün ve saatlerde Mehterhane-i Hakani çalındığı da kaydedilir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, Fatih Darüşşifası için ,   hastalara ve divanelere sıkıntılarını / hastalığı def etmek için mıtrıban ( saz heyeti ) , hanendegan ( şarkı söyleyenler ) tayin olunmuştur.   der. 

Evliya Çelebi Edirnede II. Beyazıd Darüşşifasındaki müzikle tedavi konusunda şunları yazmıştır:   hastalara deva dertlere şifa, divanelerin ruhlarına gıda ve def-i sevda olmak üzere on adet hanende ve sazende gulâm tayin edilmiş ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çentsantocu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek hastalar ve deliler musiki faslı ederler. Allah?ın emriyle, nicesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler. Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügâh, segah, çargah, suzinak makamları onlara mahsustur. Ama zengule makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır??.9

Saray Hekimleri Ve Hekimbaşılık
Osmanlı Beyliği?nin ilk dönemlerinde sarayda sağlık hizmeti veren bir tabibin bulunup bulunmadığı yönünde kanıt oluşturulacak tarih belgelerine rastlanılmıştır. Buna rağmen Orhan Bey?den II. Beyazıd „e kadar gelen padişahların döneminde sağlık konularında otorite kabul edilen saray hekimlerinin bulunduğuna inanılmaktadır. Ancak bunların kapsamlı bir sağlık örgütünün veya alanında hizmet veren bir kurumun başındaki hekimbaşı değil, hükümdar ile ailesinin tedavisini üstlenen saray hekimleri oldukları yönünde yaygın kanaat vardır.

Genel anlamda sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi ve bu örgütlü yapının yönetimi ile de yükümlü ilk hekimbaşı, II.Beyazıd döneminde görevlendirilen Mehmet Muhyiddin izmiti?dir. Böylece saray hekimliği gibi bireysel görev, yerini devlet örgütü içinde kendine yer bulan hiyerarşik bir yapıya bırakmıştır.

Hekimbaşılar öncelikle padişah ve hanedan mensuplarının sağlığıyla ilgilenirler, aynı zamanda padişaha sağlık konularında danışmanlık yaparlardı. Saraydaki hastaneleri ve eczahaneleri yöneten hekimbaşı etıbba-yı hassa, cerrahin-i hassa, kehhalin-i hassa ve müneccimlerin de amiriydi. Saray dışında da ülkenin her yerindeki sağlık işleri, en üst düzey sağlık yöneticisi konusunda olan hekimbaşının denetimi altında bulunurdu. Osmanlı Devleti sınırları içindeki bütün sağlık kurumlarında görevli tabiplerin cerrahların, kehhallerin ve eczacıların tayini, ayrıca ordu tabiplerinin belirlenmesi onun tarafından yapılırdı. Tabip ve cerrahların özellikle istanbul?da muayenehane açabilmeleri için hekimbaşının mührünü taşıyan bir çalışma izin belgesi almaları gerekiyordu.

Hekimbaşılar devlet protokolünde önemli bir yere sahiptiler. Osmanlı Devlet yapısı içinde sağlık örgütlenmesinin sorumlusu ve en üst yöneticisi durumunda bulunuyorlardı. Bugünkü anlamda Sağlık Bakanı„nın yetkilerini aşan yetkileri vardı, çünkü yetkiler kısmen askeri alana da uzanırdı. Savaş zamanında eğer padişah bizzat savaşa katılıyorsa hekimbaşı da   ordu hekimbaşısı   olarak onun yanında savaşa çıkardı. Padişah sefere katılmıyorsa, hekimbaşı emrindeki saray hekimlerinden birini ordu hekimbaşısı olarak atardı. Yani bir anlamda yetki ve görevleri, Sağlık Bakanlığı?ndan başka Genel Kurmay Sağlık Dairesi Başkanlığını da kapsamaktadır.

XVI. yüzyılda Mehmed Muhyiddin izmiti ile başlayan ve XIX. Yüzyılın ortasında Abdülhak Molla ile sonlanan 350 yıllık dönem içinde 42 kişi 58 defa hekimbaşılık yapmıştır.

Hekimbaşıların büyük çoğunluğu eğitimlerini klasik Osmanlı medreselerinde tamamlamış ilmiye sınıfına mensup kişilerdi. Birçoğu zaman zaman medreselerde ve darüşşifalarda müderrislik görevi de yürütmekteydi. Hekimbaşıların bazıları da devletin en yüksek görevlerinden biri olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiştir.10

Topkapı Sarayı?nda   Baş Lala Kulesi   denilen yerde oturan hekimbaşıların maaşları günlük 80 akçe idi. Hekimbaşıların yevmiyeleri XVI. yüzyılın ortalarından XVIII. yüzyılın başlarına kadar değişmeden 80 akçe olarak gelmiştir. Maaşlarının dışındaki bir diğer gelirler ise arpalıklarıydı. Hekimbaşı arpalığı, Tekirdağ ve Gelibolu gibi yerlerdeydi. Hekimbaşılar, ayrıca padişah ve devlet ileri gelenlerinden yaptıkları tedavi karşılığında bahşiş alırlardı. 11

Hekimbaşılar öncelikle padişahın sağlığından sorumluydular. Hizmetinde bulundukları padişahlara müşavirlik (danışmanlık) ve musahiplik (sohbet arkadaşlığı) de yaparlardı. Seferde bile padişahın yanından ayrılmazlar onlara kuvvet verici, iştah açıcı şuruplar hazırlarlardı. Buhur Suyu, güzel kokulu çiçeklerle imbikten çekilerek süslü şişelere doldurulup Padişaha takdim edilirdi. Misk ve amberli macunlar ile sarayda kullanılan çeşitli bitki hülasaları, el sabunları, çamaşır sabunları, hamam sabunları, mumlar hekim başının verdiği formüllere göre yapılırdı. Mutfak ile ilgili malzemenin alımında da doğrudan etkiliydiler. Padişahın yemeğinin hazırlanışına da nezaret eden hekimbaşı, yerken de yanında bulunurdu.

Başlala, Osmanlı imparatorluğunun Sağlık Bakanı durumunda olan Hekimbaşının amiri durumunda idi. Hekimbaşı Enderun?daki aynı zamanda saray eczanesi olan Hekimbaşı kulesinde oturur, padişaha ve saray hastanesinde yatan hasta saray mensupları için ilaç lazım olduğunda, buradaki eczanede, yanında bulunan eczacılar, onun tarifi üzerine Başlala, Enderun Kullukçusu, Zülüflü ve Baltacının gözleri önünde ilaçları yaparlardı. Bu ilaçlar Başlala ve Hekimbaşı tarafından beraberce mühürlendikten sonra dolaplarda saklanırdı.

Padişaha verilecek ilaçlar bizzat Hekimbaşı tarafından Başlalanın huzurunda hazırlanıp güzel şişelere, hokkalara ve kaselere konulduktan sonra üzerleri kumaşla sarılarak Hekimbaşı ile Başlala tarafından mühürlendikten sonra takdim olunurdu.

Gerek padişah ve yakınları, gerekse saray hastanelerinde tedavi edilen saray mensuplarının ilaçları, bu sarayı ve saray teşkilatını kuran Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilen halen Mecidiye Kasrı karşısında bulunan Hekimbaşı Odası denen binada dağıtım için hazır bulundurulurdu. Ama oradaki bütün bu ilaçların burada yapıldığı ileri sürülemez. Zira iç ölçülerine göre 4,83 m x 4,83 m büyüklüğünde altta ve üstteki iki odadan oluşan bu binanın bu iş için çok küçük olduğu görülür.

Hekimbaşı Kulesinden başka, sarayın mutfak kısmındaki Helvahanede, yılda bir defa ilkbahar mevsiminde ilaç yerine kullanılmak üzere gayet büyük kazanlarda saray hekimlerinin nezaretinde darülfülfül, havlıcan, gül ve gelincik karıştırılarak macunlar yapılır, Haremi Hümayundaki şehzadelere, sultanlara, kadın efendilere, sadrazamlara, vezirlere ve Enderunlulara rütbe ve mevkilerine göre süslü kase ve hokkalar içinde dağıtılmak üzere bu Hekimbaşı Kulesinde saklanırdı. Bu macunların yapıldığı geceye “öt gecesi” denirdi. Hayalbaz, hokkabaz, incesaz takımı çağrılarak Helvahane Ocağı mensuplarının o gece sabaha kadar şenlik yapmaları bir anane idi. 12

Her ne kadar sarayda bayan hekimler de olsa hanım sultanlar hastalandığında hekimbaşı tarafından muayene ve tedavi edilirlerdi. Muayene hastanın başından ayağına kadar örtülen kıymetli ince bir top şal üstünden yapılır bu sırada odada sultanın cariyelerinden biri bulundurulurdu. 13

Osmanlıda Ünlü Hekimler
Birçok yazara göre Osmanlılardaki ilk tıp kitabı ishak bin Murad tarafından 1389 yılında Havassu?l Edviye adıyla yazılmıştır. ishak bin Murad?ın kitabı her biri kendi başına bir derde deva olan basit ilaçlardan sayılan bitkilerden bahseden bir kitaptır. Bu kitap aynı zamanda bilinen hastalıkların tedavisinden de bahsetmektedir. 14

istanbul ve Avrupa kütüphaneleri yazmaları arasında çoğu zaman rastlanan Yadigar-i ibn-i ierif adlı bir eser vardır ki, kaleme alınış tarihi olmadığı gibi, yazarı hakkında da fazla bilgi yoktur. Ama Osmanlılara ait ilk tıp kitaplarından biri sayılabilir. istanbul?dan bahsederken, onu bir Müslüman şehri olarak göstermesi eserin istanbul?un fethinden sonra yazılmış olduğunu gösterir. Yazar, içecek şeyler arasında şarabın, islamda yasak olduğunu söylemekle birlikte, tıpta faydalarını birer birer saymaktan çekinmez; çünkü kendisi  ilm-i hal değil, tıp kitabı?? yazmaktadır. 

Şarabın özelikle vücut ısısını çoğalttığını ve böylelikle beslenmeyi kamçıladığını söylerse de, fazla şarap içmenin fena sonuçlar vereceğini şu basit benzetişle anlatır: “Eğer çok şarap içilirse, ısı yükselecek yerde iner; tıpkı iyice yanan ateşin üzerine fazla odun konulursa, ateşin sönmesi gibi.” 15

Osmanlı döneminde ilk bilimsel yolla tedavi uygulayan hekimler arasında idrar yolları hastalıkları uzmanı olan Altıncızade, “Kitab-ı Tıp ve Maddetü?l Hayat” adlı eserin yazarı ve dönemin ünlü şeyhlerinden Akşemsedin, Fatih?in hocası Molla Gürani ile, Ahmet Kutbüddin Acemi, iikrullah Şirvani, Hoca Ataullah Acemi, Yakub Hekim, Lari-i Acemi ve Hekim Arap sayılabilir. Fatih?ten sonraki dönemlerde matematik ve tıp alanında ihtisas yapmış Tokatlı Molla Lütfi, II.Beyazıd?ın güvenini kazanmış olan, böbrek ve mesane taşları hakkında Faide-i Hasat adlı bir risalesi bulunan Ahi Çelebi önde gelen isimlerdendir.

Amasya Darüşşifasında uzun yıllar hekimlik yapan Sabuncuoğlu Şerefeddin?in yazdığı Cerrahiyetü?l Hanniye ve Mücerrebname adlı tıp kitapları günümüze kadar gelmiştir. Kitaplarda yer alan ameliyat türleri, tedavi yöntemleri ve cerrahi aletler bugünün gelişmiş tıp bilgisi ile bakıldığında dahi hayranlık uyandıracak seviyededir. Ayrıca Osmanlılarda deneysel tıbbı uygulayan ilk hekim sayılır. Amasya ve Kastamonu?da hekimlik yapmış, yazdığı kitaplar yüzyıllar boyu Osmanlı Darüşşifalarında temel kaynak olarak kullanılmıştır. 16

Osmanlı Döneminin ünlü hekimleri arsında Antakya doğumlu Davut El-Antaki?yi de (ölüm yılı: 1599) mutlaka saymak gerekir. El-Antaki kör olmasına rağmen filozof, tabip ve astronomi bilginidir. Çağındaki hekimlerin başı, hikmet (felsefe) biliminin üstadı ve dönemin mucizesiydi. Maluliyetine rağmen Davud El-Antaki yolcuğu seven ve ona katlanan biriydi. Ülkesini genç yaşta terk etti. 

Geniş ve yüksek bir konuma sahipti. Aralarında Yunancanın da olduğu birçok dili ustalık düzeyinde öğrendi. Çağının başhekimi ve felsefi bilimlerinin üstadı idi. iiir yazdı, mühendislik ve hukuk bilimlerinde de ünlenmişti. Gençlik yaşlarından beri ayrıntılı izah yapmasıyla ünlendi. Denir ki kendisine matematik, tabiat veya felsefi sanatlarla ilgili bir şey sorulduğu zaman, dinleyiciye bir-iki tomar kağıt (yazı) kadar açıklama yapardı. 17

Davut El-Antaki sadece insan sağlığı ile değil, hayvan sağlığı ile de ilgilenmiş, islam Dünyasında Veterinerliğin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır. Onun yazdığı kitaplardan yola çıkan birçok bilim adamı, toplumsal yaşamda insanların en büyük destekçisi olan hayvanların hastalıklarının iyileştirilmesinde, cerrahi tedavilerinde büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. 18

XVII. Yüzyıldaki çok çeşitli tıbbi hareketler içinde Osmanlı tıbbını en çok etkileyen Paracelsius (ölüm yılı: 1551) akımı olmuştur. Bu dönemde neredeyse bütünü ile batı etkisinde olan tıp anlayışına  Tıbb-ı Cedid   adı verilmiştir. Salih bin Nasrullah, Osmanlı ülkesindeki bu akımın öncüsü olarak bilinmektedir. II. Ahmed döneminin ilk senelerinde özellikle Avrupa?dan gelen bazı hekimler tarafından Tıbb-ı Cedid adıyla yapılan uygulamaların hekimlerin yetersizliği ile iç içe girmesi ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkmıştır. Bu dönemde bazı hekimlere yasaklamalar getirildiğini çeşitli arşiv vesikalarında görmek mümkündür. 19

Osmanlıda geleneksel tıptan modern tıbba geçiş döneminin en ünlü hekimlerinden biri de ianizade Ataullah Efendidir. XIX. yüzyılın ilk yarısında yetişmiş önemli bilim adamlarından birisidir. Tıp, tarih, matematik, edebiyat ve coğrafya alanında eser çeviren ve yazan iânîzâde, daha çok Osmanlı-Türk tıbbının çağdaşlaşmasındaki öncü rolü ile tanınır. 

Avrupa tıbbına ait bilgileri Osmanlı?ya aktarmak üzere Almancadan çevirdiği beş ciltlik eserin 1820 yılında tek cilt olarak basılan ilk üç cildi, Osmanlı Devletinde basılan ilk tıp kitabı olmuştur. Tıp öğrenimini medresede yapmış olsa da dil bilgisi sayesinde Batının çağdaş tıbbından da haberdar oldu, eski ve yeni tıbbı birleştirmeye çalıştı. Çeviri eserleriyle batı tıbbını Osmanlı hekimlerine tanıtmak istedi. 1819-1825 arasında vak?anüvislik (tarih yazıcılığı) yaptı. 1808-

Osmanlıda Eczacılık
Osmanlı Devletinde sarayda ilaç üretimi, gerek helvacıbaşının idaresindeki helvacılar, gerekse hekimbaşının nezaretinde çalışan hassa tabipler tarafından yürütülmektedir. Yapılan ilaçların önemlileri, hekimbaşı odası olarak da bilinen Baş Lala Kulesinde saklanır, gerektiğinde kafi miktarda verilirdi. Saray hekimleri ve helvacıları ilaç yapımında yeterli oldukları için, aşşablardan bu alanda hizmet sunmaları beklenmezdi. Onlar, yalnızca şifalı bitki toplamakla yükümlüydüler. Sarayda, ilaç olarak veya yapımında kullanılan drogların, önceleri saray mutfağına bağlı kiler-i amirede çalışan bir kilerci tarafından alındığı bilinmektedir. 

XVII. yüzyıl başlarından itibaren bilinmektedir. XVII. yüzyıl başlarından itibaren ise yine bu alanda uzman kilercilerden seçildiği anlaşılan miskçibaşının bu görevi üstlendiği görülmektedir. Bu yüzyıl sonuna doğru ise, drog tedarikini Yahudi attarlar yapmaya başladılar. Bunlar, miskçibaşı unvanını taşımakla birlikte artık maaşlı çalışan saray görevlileri değildi. XVIII. Yüzyılda bazı belgelerde geçen şekliyle miskçi Yahudinin aldığı bu mallar, Kiler Odası mensubu olan ve lala olarak da alınan peşkirbaşıya teslim ediliyor ve Kiler Odasında saklanıyordu.

Öte yandan Osmanlı Darüşşifalarında ilaç yapımında fonksiyon üstlenen çeşitli görevlilere rastlanmaktadır. Osmanlıların bilinen ilk hastanesi Yıldırım Darüşşifasında ilaç hazırlanmasıyla görevli “şerbetiyan” (şurup ve şerbet hazırlayan), “saydalan “ (macun, hap, tablet vb. ilaçları yapan) ve “aşşaban” (bitkileri toplayan, satın alan, hastane kilerine teslim eden) adı verilen, usta-çırak ilişkisi içinde yetiştirilen kişilerin varlığı anlaşılmıştır. Fatih döneminde “tabbah-ı eşribe” (“şurup pişiren”) ve “hafız-ı eşribe” (şurup koruyucu); Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise “aşşab” ve “edviye-kub” (ecza dövücü) ya da “edviyegu” (kök ve devaları dövüp ezerek kullanılır duruma getiren kişi) diye adlandırılan ve darüşşifalarda eczacılık eğitimi ile görevli olan kişilerin de bulunduğu görülmektedir.

Öncelikle, her hekim gibi darüşşifalardaki hekimler de ilaç imali konusunda uzmandılar. Bu hekimlere aşşab/ saydelani, şerbetçi, tabbah ve edviye- küb gibi görevliler ilaç yapımında katkı sağlarlardı. Darüşşifa vakfiyelerinde bazen seydelani bazen de aşşab olarak geçen görevlinin, tıbbi bitkilerle ilgili derin bilgisiyle sahip olması ve bunlardan ilaç yapabilmesi beklenirdi. Bunlar, tam bir eczacı fonksiyonu üstlenmekteydiler. ilaç yapımında kullanılacak şifalı bitki ve diğer malzemelerin tedariği bu görevli tarafından gerçekleştirilirdi. Şerbetçi ya da tabbah-ı eşribe, deva niteliği olan çeşitli şerbet ve şurupları imal ederdi. 

Şurup imalini bazı darüşşifalarda edviye- küb (tıbbi bitki dövücü ) denen görevliler de yapardı. Tabbahlar yani aşçılar, darüşşifada yatan hastaların mizacına göre perhiz yemeklerinin hazırlanması ve bazı matbühların üretilmesinden sorumluydular. Adeta aşşabların yardımcıları pozisyonunda olan edviye- küblar, ilaç yapımında kullanılan bitkileri havanda döven kimselerdi. Osmanlı Devleti?nde XIX. Yüzyılda kurulan modern hastanelerde aşşabların fonksiyonunu eczacılar, edviye – kubların rolünü ise havancılar üstlenmişlerdir.

Darüşşifalarda şifalı bitkiler ve üretilen ilaçlar, darüşşifa kilerinde saklanırdı. Salih, dürüst, güvenilir, temiz kalpli kimselerden seçilmesi öngörülen kiler görevlisi (kilerci, kilerdar, emin- i mahzen), bu malzemeleri teslim alır; istendiğinde gerekli miktarda ilacı tabip veya cerrahlara teslim ederdi. Darüşşifalarda yapılan ilaçların burada yatan hastalar için kullanıldığı gibi dışarıya da satıldığı ve bu satıştan hiç de küçümsenmeyecek meblağda gelir elde edildiği anlaşılmaktadır.

Osmanlılarda hekimler gibi cerrahlar da ilaç hazırlardı. Onların özellikle merhem hazırlamada üstün becerileri olduğu anlaşılmaktadır. XIX. Yüzyıla ait bir belgede, ispençiyar (eczacı) olarak atanacak adaylar arasında bir cerrahın da adının geçmesi, söz konusu grubun ilaç hazırlama konusundaki yeterliliklerini gösteren önemli bir delildir.

Osmanlı Devletinde saray ve darüşşifalar dışında özel hizmet grupları tarafından da çeşitli ilaçlar yapılırdı. Bunlar arasında attar, macuncu, şerbetçi, tutiyacılar ile gül suyu ve çiçek yağı satıcıları sayılabilir. Attarlar, müfred edviye (basit ilaçlar ) olarak anılan drogları sattıkları gibi, bazı terkipleri de (mürekkeb edviye ) imal ederlerdi. 21

Eczacılıkta tartı çok önemli idi. ispençiyari şekle dahil olunacak her nevi tıbbi maddeler, belli bir miktarda kullanılacağından tartı meselesine önem verilmişti. Bu mesele çok karışıktı ve halli birçok anlaşmazlıklara neden olmuştu. Her memlekette, her şehirde kullanılan ayrı ayrı tartıları bir arada toplamak ve kitaplarda genel bir tartıdan söz edilerek işi kolaylaştırmak lazımdı. Ölçü birimi olarak (Arpa) “habbe= tane” kabul edilmişti. 22

Hastanenin dışında, hekimin yazdığı terkipleri hazırlayan ya da halkın doğrudan doğruya ilaç gereksinimini gideren aktar (Arapça ”attar”: ecza tüccarı) esnafı vardı. Aktarlar ilaç yapımında kullanılan bitkisel, hayvansal ve madensel ilkel maddelerin yanı sıra çeşitli baharat da satardı. Bu işlerle uğraşan daha başka esnafın varlığını da Evliya Çelebi „den (1611-1685) öğreniyoruz.

Evliya Çelebi 17. Yüzyılın ortalarında istanbul?da eczacılıkla ilgili meslek gruplarını şöyle sınıflandırır: Göz hastalıklarının tedavisinde ya da sürme olarak kullanılan ve genellikle çinko bileşiği olan malzemeyi hazırlayıp satan tutyacılar (“tutyacıyan”), macuncular (“esnaf-ı macuncuyan”), çeşitli devaların suyunu çıkaranlar (“esnaf-ı meşrubat-ı deva”), gülsuyu ve diğer hoş kokulu sular satanlar (“esnaf-ı gülabcıyan”), çeşitli devaların yağını çıkaranlar (“esnaf-ı edhan-ı edviye”). (Bakınız: Tablo 1)

Tablo 1
Evliya Çelebi’ye Göre Iv. Murad Devrinde Sağlık Çalışanları
• Meslek Sayı
• Hekimler 1000 700
• Kehhaller (Göz Doktoru) 80 40
• Cerrahlar 700 400
• Macuncuyan 500 300
• Tutyacıyan (Göz ilaçları yapıp satanlar) 100 0
• Esnaf-ı meşrubat-ı deva 600 500
• Gülabcıyan (Gülsuyu satanlar) 70 41
• Esnaf-ı edhan-ı edviye (Bitki yağı satanlar) 14 8
3064 1989

Ecza ticaretinin merkezi, İstanbul’da Mısır Çarşısı idi ve Yeni Cami?ye gelir getirmek amacıyla cami ile birlikte aynı zamanda inşa edilmişti. inşaata 1657?de başlanmış ve 1664?te tamamlanmıştır. Burası 17. Yüzyıldan beri Arabistan ve Hindistan?dan Mısır yoluyla gelen sağlık maddeleri ile bitkisel eczaların buradaki aktar dükkanlarında satılmasından dolayı özel bir önem taşır ve adını bu ilişkiden almıştır. Burada aktar esnafı ecza ve baharatı, dış ülkelerden getiren tüccarlardan toptan alır, halka ve küçük esnafa parekende olarak satar ve Türkiye ekonomisinde önemli bir rol oynardı. 

Aktar dükkanları iki bölümden oluşuyordu. Önde ahşap peyke halinde satış yapmaya ve ecza kaplarını sıralamaya yarayan bölüm, arkada ise depo ve imalathane olarak kullanılan kısım bulunuyordu. Eczalar özel biçimli cam kavanoz, toprak çömlek, ahşap yada teneke kutularda saklanır, üzerlerine ecza adı yazılırdı. Burada satılan maddeler arasında kırmızı kökboya, rastıktaşı, zamk-ı arabi, darçın şekeri, karanfil şekeri, “anisun” (anason) şekeri, anber ve gül şekeri, kişniş şekeri, saray bademi şekeri, peynir şekeri ve kafur gibi şeylerde satılırdı. 23 (14) Bazı dükkanların saçaklarında, dükkanın kolaylıkla tanınmasını sağlayan, bir sembol (yangın kulesi, küçük bir kayık, devekuşu yumurtası, makas, püskül gibi)bulunurdu. Bu semboller yardımıyla halk istediği dükkanı kolaylıkla buluyor veya diğer bir kimseye tarif edebiliyordu. 24

Osmanlıda Hekim Dükkanı
Osmanlıda hastalıkların teşhis ve tedavisi ile uğraşan „etıbba zümresi? de görev yaptıkları yerlere göre gruplara ayrılabilir. Etıbba zümresinin başında sarayda çalışan tabipler etıbba-yı hassa ve onların başındaki hekimbaşı gelir. Bir o kadar önemli tabip sınıfı da orduda çalışanlardır. Askeri tabipler donanmada yani tersane müessesesinde veya karadaki askeri teşkilatın her bölümünde yer almaktaydılar. Bir başka tabip sınıfı da darüşşifa tabipleridir. Vakıf olarak yaptırılan darüşşifalarda görev yapan tabipler seçimi ve görevleri konusunda seçkin bir gruba dahildiler. 

Etıbba zümresinin önemli bir başka grubunu, serbest olarak mesleğini uygulayanlar teşkil etmekteydi. Serbest tabip genelde muayenehanesi (dükkan) olan ve hastalara belli bir ücret karşılığı bakan tabiplerdi. Fakat biliyoruz ki, serbest çalışan tabiplerin seçilerek sarayda, savaşlarda orduda görevlendirilmesi ve saray tabibinin serbest tabiplik de yapması ve gerektiğinde orduda görevlendirilmesi her zaman mümkündü.

Bu konuda en geniş bilgiyi Evliya Çelebi?nin Seyahatnamesinde buluyoruz. Seyahatnamenin birinci cildinde istanbul?a ait pek çok bilgiler verilmiş ve esnaf da burada geniş bir yer almıştır. Evliya Çelebi bu bilgileri 1638 yılında IV. Murad zamanında Sadrazam Bayram Paşa tarafından yaptırılan nüfus sayımı ve emlak sayımı defterlerini esas alarak yazmıştır. Ayrıca 1525 yılında yazılan Razavi?nin Fütüvvetnamesinden de yararlanmış olduğu gösterilmiştir. Bu bilgilere kendisinin bizzat iştirak ettiği Sultan IV. Murad huzurunda yapılan resmi geçidin izlenmesi de ilave edilmiştir. 

Evliya Çelebi kitabının birinci cildinin 270. faslında „Esnaf-ı elzem-i levazım? başlığıyla tıp camiasından söz eder. Hekimbaşı hakkında bilgi verildikten sonra „Esnaf-ı dekakin-i hükema? bölümünde dükkanı olan hekim esnafından bahsedilmektedir. istanbul?da 700 adet hekim dükkanında 1000?den fazla tabip olduğu kaydedilmektedir. Ayrıca, dükkanı dolmayan daha nice yüz bin tabip var, denilmektedir. Bu bölümde esnaf-ı tutıyacıyan ile beraber tımarhaneci, huddam, sünnetçi esnafına da yer vermiştir. ilaç hazırlayıp satan macuncu, deva meşrubatçısı, gulabcı, dehhan-ı edviye esnafı da bu 57 çeşit esnafın içindedirler. 25

Hekimin muayenehanesine „Tıbbi Dükkan? adı verilirdi. Cerrah ve kehhalerin de dükkanları vardı. Bu dükkanlarda el yazmalarının, raflarda çeşitli terkipler yapmaya yarayan maddelerin ve aletlerin bulunduğu tahmin edilmektedir. Dükkanlarda usta hekimin yanında çıraklar da çalışmaktaydı. Hekim, dükkan açma izni almak için hekimbaşıya müracaat ederdi. Hekimbaşı hekimin yetkili olup olmadığını tetkik ettikten sonra müracaatı cevaplandırırdı. Herhangi bir yolsuzluk görüldüğünde hekimbaşı tıbbi dükkanı kapatmaya yetkili idi. Dükkanlar her istenilen yerde açılamazdı; bu da hekimbaşının iznine bağlıydı. Ancak bir hekim ölür veya yerini değiştirirse başka bir hekim aynı yerde veya aynı mahallede dükkan açabilirdi. istanbul?da ve Anadolu?da açılan bazı dükkanlar büyük ün yapmıştı. 26

Hekimlerin dükkan açtıklarına dair değişik yüzyıllardan örnekler verilebilir. Emir Çelebi, (ölüm tarihi:1638) istanbul?da açtığı muayenehanesini methederek anlatmaktadır: “İstanbul?da Balkapanı yakınlarında bir dükkan açtım. Öyle bir dükkan ki filozofların yerleri (eserlerini yazdıkları yerler) ve tabiblerin (eski) mabedleri onun yanında haraşp (olmuş yerler) gibi görünsün...??27

Bursalı Ali Münşi (ölü tarihi:.1733) ve hassa hekimlerinden Abbas Vesim (ölüm tarihi:1759) de istanbul?da birer muayenehaneye sahiptiler. Fatih civarında Sultan Selim çarşısında dükkanı bulan Abbas Vesim „hekim dükkanı? ile ilgili önemli bilgiler vermektedir: “Ahiret işleri açıklandığın gibi tamam olduktan sonra maddi yaşayışını temin için dükkana yönelen ve Bismillah deyüp dükkanı açtıktan sonra teraziyi yerinden çıkarıp iplerinde ve kefelerinde olan kiri giderdikten sonra terazinin kullanışı iyi midir doğru mudur deyu teraziyi deneyip, yerine otura. Terazi taşlarını ( ağırlıkları ) da böylece sınaya, taki birine bir nesne yapışık olup hata olmaya. Tabib vu hal üzre dükkanında oturdukta bir kimse zuhur eylese ol kimsenin mikdarınca ikram eyleye. 

Eğer haceti var ise, bir nesne istiyorsa, onu mümkün ise ihmal eylemeyüp anı tahsile acele ile, insanların işlerini göre. Eğer ol halde ol haceti yerine getirmek imkanda olmazsa vakt ve hale göre kavlen ve fi?len münasibi olan şekilde hareket eyleye, deyü vech üzre muamelede sevab ve Allah rızası kasdeyleye. Ve eğer şerab ( içecek ) veya gayri nesne için eline aldığı kabı önce temizleyip eğer temiz idüğü zahir ise yine içine bakıp sonra konulacak nesneyi koya. Ve eğer bir kimseye nesne göndermek gerekse, mühürlü olarak yollaya, bu hususlarda ihmal eylemeye. Ve kazandığı kanaat ede yani sattığı nesneden hasıl olan ve tedavide kullandığı ilaçlar ve tabiblik ücreti düşüncesiyle verilen meblağda sözü edilen miktar ne ise ana kanaat eyleye.?? 28

Osmanlılarda Arşiv Vesikalarına Göre İlaç Hazırlayanlar
Darüşşifa vakfiyelerinden edindiğimiz bilgilere göre, eczanın temini, ilaçların hazırlanması ve korunmasıyla ilgilenen bütün görevlilerin tabibin emriyle ve onun uygun gördüğü şekilde hareket etmesi beklenirdi. Eczacılık bilgisi olan ve ilaç hazırlama usullerini bilen darüşşifa tabipleri ilaçları kendileri hazırlamazdı. Eczacı, tabibin reçetesine göre ilaç hazırlar, tabbah tabibin tarifine göre yemek pişirir; kilerci tabibin bilgisi dahlinde ilacı kilerden çıkarırdı. Diğer yandan bütün bu görevliler kendi işlerinin mesleki sorumluluğunu da ayrıca taşırdı. 

Bu sebeple, emri doğrultusunda çalıştıkları tabibin yardımcısı oldukları kadar, tamamlayıcısı oldukları da söylemek mümkündür. ilaçların hazırlanmasında görevli olanlar yaptıkları işi tanımlayan sıfatlarla anılırdı. Bunlar, vakfiyelerde ve muhasebe kayıtlarında, aşşâb ( aşşâbân), saydalani ( saydalâniyân), şerbetçi ( şerbetçiyân), edviye- kubledviyeci ( edviye- kübân), tabbah (tabbâhin) gibi çeşitli meslek adlarıyla belirtilir.
1- Aşşâb ( Aşşâban ) / Saydalâni ( Saydalâniyan)

I.Beyazıd vakfiyesinde, iki saydalâniyân / aşşabân, yani otçu eczacı veya botanikçi eczacı diye tanımlayabileceğimiz, bitkilerden ilaç yapan iki eczacının yanı sıra, sıvı ilaçları hazırlayan iki şerbetçiden ( şerbetçiyân ) söz edilir. Fatih?in vakfiyesinde ise, “tecrübe olunmuş, kâmil bir kişi tayin edilmesi  şart koşulur. Atik Valide Darüşşifasına tayin edilecek iki eczacının, “ihtiyaç sahipleri için hazırlanması lâzım gelen tıbbi ecza, macun ve şurupların ıslahı ve imali hususunda tam anlamıyla mütehassıs   olması beklenir.

Aşşâb adı verilen eczacının bilmesi gerekenler ve görevleri Süleymaniye vakfiyesinde tüm ayrıntılarıyla verilir: “ İlaç olarak kullanılan köklere, kurutulmuş ve taze otlara ve çiçeklere ait usulün doğrusunu , isimlerini ve niteliklerini bilen, bunların iyi, kötü ve diğer özelliklerine vakıf bir kimse aşşâb olup basit ve terkip edilmiş ilaçlar konusunda en iyi usulü takip etmeli. Darüşşifada lazım olan araç-gereci reisin uygun gördüğü şekilde ihmal etmeden satın alıp getirip, kilere teslim edip, gerektiğinde hazır olup kullanılması için korunmasını sağlamalı. Ama, alınan devalar ve ilaçlar tıp kitaplarında tarif edildiği gibi taze, saf ve kaliteli olmalı; bayat, bozulmuş ve kötülerini almamalı, aslı varken muadili ile yetinmemeli.   16?ıncı yüzyılda Süleymaniye Darüşşifası eczacının gündeliği 3 ile 5 akçe arasında değişmişti

2- Edviye-Küb (Edviye-Kübân)
Edviye-küb adı verilen eczacı kalfası, ham eczayı dövüp ezen, ilacın hazırlanmasında kol kuvvetinden yararlanılan, güçlü, kuvvetli kişilerdi. Bu kişi, eczanın ilaç yapımına hazır hale gelmesine yardımcı olurdu. Edviye-küb adı verilen ecza dövücü bir kişinin günlüğü 3 akçeydi. Fatih Darüşşifa?sında görevli edviye-kübân iki kişi olup, yevmiyeleri üçer akçe idi. 16?ncı yüzyılın sonunda Süleymaniye Darüşşifasında görevli iki ecza dövücü (edviye-kübân) bulunurdu ve günde üçer akçe alırlardı. Edviye- kub?un en güzel tanımını Süleymaniye vakfiyesinde buluruz: “Devaları dövmek, kökleri vurup ezmek hususunda bilgili, güçlü, kuvvetli iki kişi evdiye- küb olup , vurulup dövülmesi gereken kökleri tabiplerin tarifi üzerine düzgün bir şekilde döverek, kullanılmaya uygun ve terkip edilebili şekle getirecektir.

Darrüşşifaların bazılarında edviye – küb yerine eczacı bu hizmetleri de görürdü. II.Bayezid vakfiyesinde , eczacının aynı zamanda edviye-kübun işini de göreceği ve bunun için kendisine ek ücret verileceği belirtilir: “Darüşşifada şuruplar , macunlar, murabbayât, cevârişât, tabletler, bütün bileşik devaların tertip ve terkibi için gereken şeylerde ve basit devaların dövülmesi ve ezilmesi ve bunlara ait hizmetlerde mâhir, güçlü-kuvvetli, eline çabuk bir kimse ki bilinen tarzda edviye-kübluğu ve bileşik devaları tertip usullerine ait hizmetleri ki sorumluluğundadır, doğru bir şekilde, ihmalde bulunmadan yerine getirsin. Şurupları tertip ve macunları terkip hizmeti karşılığında günde dört akçe ve edviye-kübluk hizmeti için her gün iki akçe, toplam günde altı akçe maaş tayin etti ki, her ay yüz seksen akçe verilsin.

3- Şerbetçi ( İerbetçiyân) Tabbâh-I Eşribe
Şerbet adı verilen ilaçları hekimin reçetesine göre hazırlayanlara şerbetçi ya da şerbet pişiren anlamında tabbâh-ı eşribe denirdi. Şerbetçi bazen eczacı manasında kullanılırdı. ierbetçilere, gündeliğin yanı sıra çoğunlukla erzak da verilir. Meselâ, 16?ncı yüzyılın ortalarında Bursa Darüşşifas?nın şerbetçisine gündelik 2 akçenin yanı sıra, yılda 3 ay da 6 müd buğday ve bazen ayrıca 1,5 müd pirinç verilmişti. Fatih Darüşşifasında şerbetçilik, şurup hazırlayan ( eşribe- küb) , şurupları pişiren ( tabbâh- ı eşribe) ve şurupları muhafaza ( hâfız-ı eşribe ) olarak üç ayrı görev şeklinde yürütülürdü.

Süleymaniye vakfiyesinde, Darüşşifada görevlendirilecek iki tabbâh-ı eşribenin , “ mahir , usta ve şurupları pişirmekte mahareti açıkça görülen, tam bir ihtimam, gayet ve sebat ile aralıksız hizmet eden?? kişiler olmaları şart koşulmuştu. 16?ncı yüzyılın sonunda, Süleymaniye Darüşşifasında dört şerbetçinin (şerbetçiyân) hizmet ettiğini ve her birinin gündeliğinin dört akçe olduğunu arşiv belgelerinden öğreniyoruz.

4- Aşcı / Tabbâh - I Et’ Ime ( Tabbahin )
Darüşşifa aşçısına tabbâh adı verilirdi. Yiyecekleri hekimin reçetesine göre hazırlayan aşçıya tabbâh-ı et?ime denirdi. 16?ncı yüzyılın ikinci yarısında Bursa Darüşşifası aşçısı, iki akçe olan günlüğünün yanı sıra, her sene üç müd hınta (buğday) alırdı. Fatih ve Süleymaniye Darüşşifalarında aşçılar üç akçe alırdı. 16?ncı yüzyılın sonunda Süleymaniye Darüşşifasında iki aşçı (Tabbâhın ) görevliydi. Hastanın tedavisinde beslenmeye çok önem verildiğinden, hastanın yemeğini hazırlayana aşçı yemekleri tabibin tarifine göre pişirirdi. 

Örneğin, Atik Valide Darüşşifasına tayin edilecek olan aşçının, tabibin emirlerini yerine getirmede güvenilir olma şartı dikkati çeker:   Tabbâhlar, usta ve zeki bir tabibin emniyet ve itimat edeceği şekilde hastalara uygun olan yemekleri pişirecekler, hastanın iştahını çekecek şekilde pişirdikleri şeylerin iyi pişirilmesi hususunda çok dikkat ve itina sarf edecekler.?? Tabbâhlarda aranan ahlâk özellikleri; görevini tabibin tarifine uygun ve vaktinde yapmak, dikkatli ve temiz olmak gibi şartlarda belirlenen itina kuralı üzerinde yoğunlaşır.

Osmanlı tıbbında yemek ile tıp arasında doğrudan kurulan ilişki göz önünde tutulduğunda, darüşşifalara tayin edilen tabbâhların, diyet yemeklerini hazırlayan özel aşçılar olmaları gereği anlaşılır. Beslenme tedavinin bir parçası olarak kabul edilirdi. Örneğin, Fatih?in vakfiyesine göre, günde üçer akçe alacak olan ,   iki merd- i salih tabbâh-ı taâm sonbahar yaprağı gibi benzi sarı, pek çok derde tutulmuş, merhamete muhtaç, başına gelen çeşitli hastalıklardan zayıf düşmüş, tedaviden ümidi kesilmiş muhtaç dert sahibine hayat kuvvetini beslemesi için yemek pişirip getirecek, hastanın yaralı, perişan gönlünün hoş edilmesi için pek çok çalışacaktır. 

Günümüzde diyetisyenin görevini yapan darüşşifa aşçısının yiyecek ve içecekleri hastanın hastalığına ve micazına uygun olarak hazırlanmasının şart koşulduğu vakfiyelerden öğreniyoruz. Örneğin, II.Beyazıd vakfiyesinde:  Bimarhane mutfağında tabipler her hastanın hastalığına uygun matbühâttan ve emrederse, uygun görülen şekilde pişirilip, tatlı ve ekşi her çeşit yemeği en güzel şekilde pişirmek için elinden gelenin en iyisini yapan, kâdir, temiz, ahlâklı, iyi niyetli iki usta aşçı adet üzerine aşçıların sorumluluğunda olan hizmetlerin hepsini temiz ve çabuk yerine getirecekler  diye tayin edilecek aşçılar için bir takım ölçüler istenir. Süleymaniye vakfiyesinde,   yemek pişirme konusunda her bakımdan sezgisi ve bilgisi tam olan iki tabbâh-ı et?ime, tabiatlara, mizaçlara ve hastaların hastalıklarına uygun perhiz aşlarını ve diğerlerini vaktinde ve tabiplerin tarifinde uygun olarak pişirmeli; lezzetini ve diğer gerekli şeyleri kararına göre hazırlamalıdır?? kuralları yer alır.

5- Kilerci ( Kilârcı- Kilârdar- Kilâri- Emin-i Mahzen)
Darüşşifalardaki önemli konulardan biri de ham eczadan hazırlanan müfred, yani basit devaların ve şerbet, macun gibi mürekkep yani bileşik devaların saklanması ve korunmasıydı. Kilerdeki bu malzeme emin-i mahzen ya da mahzenci ve kilârdar yada kilârcı adı verilen ve kilerdeki malzemeden sorumlum olan görevli tarafında korunurdu.

6- Kayyum ( Kayyımân )
Kayyum, hasta bakıcı olarak hastanın hizmetini göreni ihtiyaçlarını karşılayan kişidir. Ancak, hastabakıcılık görevinden öte, bugünkü anlamda hemşirelik yapan kayyumlar, tabibin gösterdiği doğrultuda hareket eden “bâki ve kaim olan gibi vasıflara uygun bir şekilde bıkmadan, usanmadan hastaya hizmete hazır durumda bekleyen, koşarak hizmet etmesi gereken kişiler” olarak tanıtılır. Vakfiyelerde şartlar, kayyumun hastalarla sürekli yakın ilişki içinde olduğunu gösterir. Kayyum sayısı darüşşifanın hasta kapasitesine göre değişirdi.
Aybars Akkor / Şubat 2014

Meselâ, 1594- 1596 yıllarında Süleymaniyedeki kayyumlar ( kayyımân) 6 kişi (nefer) olup her birinin gündeliği 3 akçe idi. 29

Osmanlılarda Saray İlaçları
Osmanlı döneminde, Saray mensupları için Topkapı Sarayı?ndaki Helvahane?de hazırlanan Amber kursu, Buhur suyu, Hazne yağı, Hünkar macunu, Kırmız Macunu ve Nevruziye gibi terkipler halk arasında büyük bir üne sahip idi. Bu terkipler Saray dışında yapılamaz ve satılmazdı. Bu nedenle de halk bu ilaçların ancak saraydaki dostları yardımı ile elde edebilirdi. Çok nadir olmaları ve sarayda hazırlanmış bulunmaları bu ilaçlara ayrıca manevi bir güç de kazandırıyordu. (Bakınız: Tablo 2) Sarayda hazırlanan ilaçlardan en çok beğenilen biri de Amber Kurusuydu. Ak amber, kokulu maddeler (misk, öd ağacı, santal odunu, gül yağı) ile birlikte nişasta ve kitre zamkı, gül veya sümbül suyu ile, hamur haline getirilir, özel kalıplarda kesilir ve alçak ısıda kurutulurdu. Kalp ve cinsel gücü kuvvetlendirici olarak tanınmıştır. 30

Tablo 2
Fatih Sultan Mehmed İçin Arab Ve Acem Hukemasının Hazırladıkları Macun Tertibi
• Karanfil
• Darçin
• Anison-i mısri
• ialgam tohumi
• Sakız
• Üzerlik tohumi
• Bal

Kababe
Ud-ül kahir Isırgan tohumi Turb tohumi Sinameki Acıbadem yağı Misk
Fulful
Kereviz tohumi Havuç tohumi Mastaki
Ak günlük Çörek otu şeker

Osmanlılarda en çok kullanılan ilaçlardan biri de afyon ile çeşitli maddelerin karışımlarından olan “tiryak”lardı. IV. Murad?ın ölümünden sonra afyon iptilası bütün memlekete, her sınıf halk arasında yayıldı. “Macun” denen ve içinde afyon bulunan çok çeşitli uyuşturucu maddeler satılmaya başlandı. Bunlar, içine konan maddelerin cinsine, kullanan insanın bünyesine göre az veya çok tesir ediyordu. Alelade macun, afyonla haşhaş, sarısabır ve çeşitli baharatın karıştırılmasıyla yapılıyordu. Varlıklı kimseler ayrıca buna gri amber, misk, kırmızı ve başka kokulu maddeler, değerli esanslar katardı. Padişahların ve imparatorluğun ileri gelenlerinin kullanacağı macunlar daha da büyük bir titizlikle hazırlanır, bunların içine pudra halinde inci, mercan, yakut, zümrüt katılırdı. Bu macunlara “cevahir macunu” denirdi. 

Bu çeşit maddelerin arasında sayılacak bir başka şey de “tensuh” dur. Bu maddenin terkibinde afyon bulunmaz. Misk, gri amber, sarı sabır, gül suyu, gül yağı, inci tozu gibi maddelerle hazırlanır ve kalıplarda çeşitli biçimlerde yapılırlar. Ama daima yassıdır ve umumiyetle üstüne “Maşallah” yazılıdır. Müslümanların pek çoğu ve bilhassa kadınlar “tensuh” üstlerinde taşırlar. Çünkü çok güzel bir koku verirdi. Hatta bazıları kahve içerken bundan küçük bir parça da yutarlardı.

Kadınlar arasında sakız çiğneme çok yaygındı. Diş etlerini kuvvetlendirdiği, diş ve mide rahatsızlıklarına iyi geldiği hatta kanamaları durdurduğu söylenirdi. Bu yüzden birçok hekimler yaptıkları ilaçların terkibine bundan katarlardı. 31

Osmanlılarda en beğenilen karışımlardan biri de mesir macunuydu. Mesir kelimesi Pontus kralı Mithridat?ın adından bozma bir kelimedir. Mithridaticum denilen macun, orta çağdan beri Venedik?te yapılmakta idi ve büyük şenlikler yapılarak Avrupa?nın her tarafına gönderilirdi. XVI. yüzyılda Venedik?ten Türkiye?ye girmiştir. Doğuda da Nevruz günü şenlikler yapılır. 

Osmanlılarda Manisa?da 1539 yılında Kanuni Sultan Süleyman?ın annesi Hafize Sultan adına yaptırılan Darüşşifanın ilk başhekimi olan ve Merkez Efendi diye tanınan Musa bin Muslihiddin kırk bir çeşit maddeden meydana getirdiği Mesir macununu hastalarına ilaç olarak vermiş, Hafize Sultanın da bu macundan fayda bulmasının tesiriyle, macun kısa zamanda büyük şöhrete ulaşmış ve bir müddet sonra halk, Merkez Efendiye başvurarak macun istemeye başlamıştır. 

Başlangıçta zenginlere para ile satılan macunun fakir kimselerin müracaatının fazlalığı dolayısıyla daha sonra parasız olarak dağıtılması kararlaştırılmıştır. Merkez Efendi 15 Nisan 1539?da Manisa?daki Sultan Camii minaresine çıkarak, caminin çevresinde toplanan halka, lokmalar halinde atmıştır. işte bu tarihten itibaren Manisa mesiri bir gelenek halini almış ve yapılan şenlik ve törenlerle her yıl macun dağıtılmaktadır. 32

Osmanlılarda en önemli tıbbi materyallerden biri de güldü. Gül güzelliğiyle, kokusuyla, önemli olduğu kadar Osmanlı hekimlerinin de vazgeçemedikleri bir ilaçtı. 33 imbikten geçirme usulüyle yapılan gül yağı üretiminin başlangıç safhasında, taze gül yapraklarının kokusunu suya geçirerek hazırlanan gül kokulu suya gül suyu (gülab) denir. Gülsuyu, kolonya gibi kullanımı dışında, su muhallebisi, güllaç ve aşure gibi tatlıların üzerine dökülerek onlara özel bir tat ve koku kazandırmakta ve göz ilacı olarak kimi losyon ve merhemlerin hazırlanmasında da kullanılmaktadır. 34

SONUÇ
Osmanlılar her ne kadar sağlığın önemini kavrasalar da ne yazık ki siyasi ve askeri açıdan en geliştikleri dönemlerde bile tıp açısından fazla gelişememiş, neredeyse kuruluşundan sonraki beş yüz yıl içinde yerinde saymıştır. Sağlığa çözümü, telif eserlerde, uyuşturucu içeren ilaçlarda, şifalı taslardan sular içmekte, tılsımlar taşımakta bulmuşlardır.

Osmanlı devrinde en çok okunan tıp kitapları 1037 yılında ölen ibn-i Sina?nın, 1417 yılında ölen Hacı Paşa?nın ve 1470 civarında ölen Sabuncuoğlu ierefeddin?in kitaplarıydı. Ne yazık ki tıptaki gelişmeleri de çok geç takip eden Osmanlılar, ancak 1827 yılında açılan Mekteb-i Tıbbiye-i iahane kurulduktan sonra yavaş yavaş modern tıbbı takibe başlamıştır.

Yıllarca veba ve kolera salgınları karşısında çaresiz kalan Osmanlıların, dünya tıbbına katkıları maalesef sadece iki başlık altında toplanabilir:

1- Çiçek aşısı (Osmanlıların çiçek aşısını bulan Joseph Lester?den iki yüzyıl önce de kullandığı bilinmektedir. Leydi Montegue?nün mektuplarında da bu açık olarak yer almaktadır. Fakat bu buluşu hiçbir zaman bilimsel bir temele dayandırmadıkları için buluş Lester?e ait olarak kabul edilmektedir.)

2- Müzik ile tedavi (Osmanlılar özellikle Avrupalıların akıl hastalarına en kötü koşullarda muamele ettikleri dönemlerde dahi Bimarhanelerde onları müzik ile tedavi etmeye çalışmış ve bazı durumlarda başarı bile sağlamışlardı.)

Tıpta bir ilerleme kaydetmedikleri halde meslek ahlakına bağlı kalmışlar, bu ahlaki kuralları bozanları aralarından uzaklaştırmışlardır.

Açıklamalar:

1 DOBSON, Mary, The Story Of Medicine, Quercus Yayınevi, Cambridge, 2003.
2 ACAR, M. iinasi, Osmanlı?da Günlük Yaşam Nesneleri, Yem Yayın, istanbul-2011, Syf.68.
3 BAYTOP, Turhan, Türk Eczacılık Tarihi, istanbul Üniversitesi Yayınları, istanbul -1985 Syf:70.
4 YILDIRIM, Prof.Dr.Nuran, İstanbul?un Sağlık Tarihi, Düzey Matbaacılık, istanbul-2010, Syf:254-255
5YILMAZ, Dr. Coşkun ve YILMAZ, Dr. Necdet, I. Beyazıd Darüşşifası Vakfiyesi, Osmanlılarda Sağlık Cilt II , Bif Yayınları, istanbul 2006
6 TERZiOĞLU, Prof.Dr. Arslan, Selçuklu Ve Osmanlı Darüşşifaları, Birleşik Alman ilaç Fabrikaları T.A.i. – 1986.
7 YILDIRIM, Prof.Dr.Nuran, İstanbul?un Sağlık Tarihi, Düzey Matbaacılık, istanbul-2010, Syf:153.
8 TERZiOĞLU, Prof.Dr. Arslan, Selçuklu Ve Osmanlı Darüşşifaları, Birleşik Alman ilaç Fabrikaları T.A.i. – 1986.
9 SARI, Prof.Dr. Nil, Darüşşifalar 1. Bölüm, Sanovel Yayınları, istanbul 2010, Syf 106-107.
10 YILMAZ, Dr. Coşkun, YILMAZ Dr. Necdet, Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006, Syf :85,86,
11 AFYONCU, Yard. Doç.Dr. Erhan, Osmanlı Hekimbaşıları Ve Hassa Hekimleri in Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006, Syf : 250,251.
12 TERZiOĞLU, Arslan, Helvahane Defteri Ve Topkapı Sarayında Eczacılık, Arkeoloji Ve Sanat Yayınları, istanbul-1992.
13 YILDIRIM, Prof.Dr.Nuran, İstanbul?un Sağlık Tarihi, Düzey Matbaacılık, istanbul-2010, Syf:20.
14 iEVKi, Dr.Osman, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1991, Syf:29.
15 ADIVAR, A.Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitap Evi, istanbul -1982, Syf:68-69
16 T.C. Amasya Valiliği, Amasyalı Hekim Ve Cerrah Sabuncuoğlu ierefeddin, Birinci Baskı 2004 - Baskı Nokta Ofset Basım Sanayi Ve Ticaret Ltd.iti.
17 KARASU, Mehmet, NAZiK, Dr. Sadık, Antakyalı Bilge Hekim Davut El-Antaki ,Omay Ofset Ankara , 2.Basım Aralık 2009 Ankara, Syf : 27-28.
18 SHEHADA, Housni Alkhateeb, Arab Veterinary Medicine And The “Golden Rules” For Veterinarians, According To A Sixteenth-Century Medical Treatise, In “Animals And People In The Ottoman Empire”, Ed By Suraiya Faroghi, Eren Yayınevi, istanbul 2010, Sf: 315-331.
19 YILMAZ, Dr. Coşkun, YILMAZ Dr. Necdet, Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006, Syf :29,30,31,32.
Aybars Akkor / Şubat 2014
1821 arasında meydana eden olayları aktaran ve “Şânizâde Tarihi'” adıyla bilinen dört ciltlik bir eseri yazdı. 20
20 KAZANCIGiL, Prof Dr Aykut ve ZÜLFiKAR Bedizel, XIX. Yüzyılda Osmanlı imparatorluğunda Anatomi, Özel Yayınlar, istanbul, 1991.
21BiLGiN, Yard. Doç. Dr. Arif, Osmanlılarda Sağlık 1 - istanbul 2006 - Esen Ofset Osmanlılarda ilaç Yapımı.
22 iEVKi, Dr.Osman, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1991,Syf:217- 219.
23 TEZ, Prof.Dr.Zeki, İlaç Ve Parfümün Sihirli Dünyası Tarihte Eczacılık, Güzel Kokular Ve Kozmetik, Hayy Kitap, istanbul-2010, Syf:157-158-159.
24 BAYTOP, Turhan, Türk Eczacılık Tarihi, istanbul Üniversitesi Yayınları, istanbul -1985 Syf:77.
25 ALTINTAi, Prof Dr. Ayten, DOĞAN Doç.Dr. Hanzade , Osmanlı?da Serbest Hekimlik Yapan Esnaf Tabip, in Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006.
26 ÜNVER, A. Süheyl, Türk Tıp Tarihi, istanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü, istanbul, 1942.
27 EMiR ÇELEBi, Neticetü?l-Tıb, Süleymaniye Kütüphanesi, N 5566 (Tercüme: Nil Akdeniz, Osmanlılarda Hekim Ve Deontolojisi, iü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, istanbul, 1977)
28 iEHSUVAROĞLU, Bedii, Eczacılık Tarihi Dersleri, istanbul Eczacılık Fakültesi Yayınları, No: 10, istanbul, 1970.
29 SARI, Prof.Dr. Nil, Darüşşifalar 1. Bölüm, Sanovel Yayınları, istanbul 2010, Syf 62, 93, 94
30 BAYTOP, Prof.Dr.Turhan Türk Eczacılık Tarihi Araştırmaları, Sinangin Matbaası, istanbul 2000, Syf:288.
31 D?OHSSON, M. De M., 18. Yüzyıl Türkiye?sinde Örf Ve Adetler, Tercüme: Zehran Yüksel Kervan Kitapçılık A.i, istanbul 1978.
32 BAYLAV, Naşid, Eczacılık Tarihi, Yörük Matbaası, istanbul-1968, Syf:100-101
33 ALTINTAi, Prof.Dr.Ayten Osmanlılarda Sağlık Health In The Ottomans , Biofarma ilaç Sanayi Ve Ticaret A.i, istanbul-2006, Syf:77.
34 ACAR, M.iinasi, Osmanlı?da Günlük Yaşam Nesneleri, Yem Yayın, istanbul-2011, Syf.353.

KAYNAKLAR
ACAR, M. iinasi, Osmanlı?da Günlük Yaşam Nesneleri, Yem Yayın, istanbul-2011, Syf.68
ACAR, M.iinasi, Osmanlı?da Günlük Yaşam Nesneleri, Yem Yayın, istanbul-2011, Syf.353
ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitap Evi, istanbul -1982, Syf:52
ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitap Evi, istanbul -1982, Syf:68-69
ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitap Evi, istanbul -1982, Syf:135
AFYONCU, Yard. Doç. Dr. Erhan, Osmanlı Hekimbaşıları Ve Hassa Hekimleri in Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006, Syf: 250,251.
AKDENiZ, Nil, Osmanlılarda Hekim Ve Deontolojisi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları, istanbul 1977, Syf: 128,130.
ALTINTAi, Prof. Dr. Ayten, DOĞAN Doç. Dr. Hanzade, Osmanlı?da Serbest Hekimlik Yapan Esnaf Tabip, in Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006
ALTINTAi, Prof. Dr. Ayten, Osmanlılarda Sağlık Health In The Ottomans, Biofarma ilaç Sanayi Ve Ticaret A.i, istanbul-2006, Syf:77.
BAYLAV, Naşid, Eczacılık Tarihi, Yörük Matbaası, istanbul-1968, Syf:100-101
BAYLAV, Naşid, Fatih Sultan Mehmed Devrinde Tıp Eserleri İle İlaçlar, Türkiye Tıbbi Müstahzarat Laboratuarları Derneği Yayınları, istanbul-1953, Syf:61-62.
BAYTOP, Prof. Dr. Turhan, Türk Eczacılık Tarihi Araştırmaları, Sinangin Matbaası, istanbul 2000, Syf:288
BAYTOP, Turhan, Türk Eczacılık Tarihi, istanbul Üniversitesi Yayınları, istanbul -1985, Syf:70
BAYTOP, Turhan, Türk Eczacılık Tarihi, istanbul Üniversitesi Yayınları, istanbul -1985, Syf:77
BiLGiN, Yard. Doç. Dr. Arif, Osmanlılarda Sağlık 1 - istanbul 2006 - Esen Ofset Osmanlılarda ilaç Yapımı.
ÇELEBi, Emir, Neticetü?l-Tıb, Süleymaniye Kütüphanesi, N 5566 (Tercüme: Nil Akdeniz, Osmanlılarda Hekim Ve Deontolojisi, iü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, istanbul, 1977)
D?OHSSON, M. De M., 18. Yüzyıl Türkiye?sinde Örf Ve Adetler, Tercüme: Zehran Yüksel Kervan Kitapçılık A.i, istanbul 1978.
DOBSON, Mary, The Story Of Medicine, Quercus Yayınevi, Cambridge, 2003.
iBN SiNA, Tıp Kanunu, Yayıma Hazırlayan: Hüseyin Gazi Topdemir, Say Yayınları, istanbul-2013,
KARASU, Mehmet, NAZiK Dr. Sadık, Antakyalı Bilge Hekim Davut El-Antaki ,Omay Ofset Ankara , 2.Basım Aralık 2009 Ankara, Syf : 27-28
KAZANCIGiL, Dr. Ratip, GÖKÇE Nilüfer, BiLAL Ender, Edirne?nin Sağlık Ve Sosyal Yardım Tarihi, T.C Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Edirne 2009, Syf:52.
KAZANCIGiL, Prof Dr Aykut ve ZÜLFiKAR, Bedizel, XIX. Yüzyılda Osmanlı imparatorluğunda Anatomi, Özel Yayınlar, istanbul, 1991.
Aybars Akkor / Şubat 2014
28/29
KAZICI, Prof. Dr. Ziya, Osmanlı?da Toplum Yapısı, Hayat Yayın Grubu, istanbul 2010, Syf: 47-48
SARI, Prof. Dr. Nil, Darüşşifalar 1. Bölüm, Sanovel Yayınları, istanbul 2010, Syf 106-107.
SARI, Prof. Dr. Nil, Darüşşifalar 1. Bölüm, Sanovel Yayınları, istanbul 2010, Syf 62,93,94.
SHEHADA, Housni Alkhateeb, Arab Veterinary Medicine And The “Golden Rules” For Veterinarians, According To A Sixteenth-Century Medical Treatise, In “Animals And People In The Ottoman Empire”, Ed By Suraiya Faroghi, Eren Yayınevi, istanbul 2010, Sf: 315-331.
iEHSUVAROĞLU, Bedii, Eczacılık Tarihi Dersleri, istanbul Eczacılık Fakültesi Yayınları, No: 10, istanbul, 1970.
iEVKi, Dr. Osman, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1991, Syf:29.
iEVKi, Dr. Osman, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara-1991,Syf:217-219.
T.C. Amasya Valiliği, Amasyalı Hekim Ve Cerrah Sabuncuoğlu ierefeddin, Birinci Baskı 2004 - Baskı Nokta Ofset Basım Sanayi Ve Ticaret Ltd.iti, Syf: 12, 17, 19, 20, 21, 76, 79.
TERZiOĞLU, Arslan, Helvahane Defteri Ve Topkapı Sarayında Eczacılık, Arkeoloji Ve Sanat Yayınları, istanbul-1992.
TERZiOĞLU, Prof. Dr. Arslan, Selçuklu Ve Osmanlı Darüşşifaları, Birleşik Alman ilaç Fabrikaları T.A.i. – 1986
TERZiOĞLU, Prof.Dr. Arslan, Selçuklu Ve Osmanlı Darüşşifaları, Birleşik Alman ilaç Fabrikaları T.A.i. – 1986
TEZ, Prof. Dr. Zeki, İlaç Ve Parfümün Sihirli Dünyası Tarihte Eczacılık, Güzel Kokular Ve Kozmetik, Hayy Kitap, istanbul-2010, Syf:157-158-159.
ÜNVER, A. Süheyl, Türk Tıp Tarihi, istanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü, istanbul, 1942
YILDIRIM, Prof. Dr. Nuran, İstanbul?un Sağlık Tarihi, Düzey Matbaacılık, istanbul-2010, Syf:20
YILDIRIM, Prof. Dr. Nuran, İstanbul?un Sağlık Tarihi, Düzey Matbaacılık, istanbul-2010, Syf:153
YILDIRIM, Prof. Dr. Nuran, İstanbul?un Sağlık Tarihi, Düzey Matbaacılık, istanbul-2010, Syf:254-255
YILMAZ, Dr. Coşkun ve YILMAZ Dr. Necdet, Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006, Syf: 29,30,31,32.
YILMAZ, Dr. Coşkun ve YILMAZ Dr. Necdet, Osmanlılarda Sağlık 1, Esen Ofset, istanbul 2006, Syf :85,86,
YILMAZ, Dr. Necdet ve YILMAZ, Dr. Coşkun, Ed. I. Beyazıd Darüşşifası Vakfiyesi, Osmanlılarda Sağlık Cilt II, Bif Yayınları, istanbul 2006 

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

Et Nedir? Et Çeşitleri Nelerdir? Et'in Özellikleri...

  Et Nedir?  Et Çeşitleri  Nelerdir? Et'in Özellikleri... Türk aşçı haberleri ve güncel mutfak haberleri olarak aşçılık kütüphanesinde &...